Avrupa Birliği'nden

M. Kerem Doksat      10 Haziran 2014 Salı      3334

AFC eski Şansölyesi Helmut Schmidt’in Berlin’de düzenlenen SPD Kurultayı’nda 4 Aralık 2011 tarihinde yaptığı “Avrupa’da ve Avrupa ile Almanya” başlıklı konuşmanın metni

 

Değerli dostlar, Sayın Bay ve Bayanlar,

Konuşmama şahsi bir notla başlamama izin verin. Sigmar Gabriel, Frank-Walter Steinmeier ve partim, benden konuşma yapmamı rica ettiklerinde, tam 65 yıl önce eşim Loki ile birlikte SPD Hamburg/Neugraben teşkilatı için dizlerimiz üzerine çökerek, davet afişleri hazırladığımızı hatırladım. Ancak şunu da itiraf etmeliyim: Parti politikası bakımından yaşım itibariyle zaten ümitsiz bir durumdayım. Uzun bir zamandan beri öncelikle Avrupa’nın kaçınılmaz olan bütünleşmesi çerçevesinde ulusumuzun görevleri ve rolüne büyük önem vermekteyim.

Aynı zamanda, bu kürsüyü, ülkesinde yaşanan derin felaketin ortasında bize ve Avrupa’daki tüm insanlara hukuk devleti ilkesine uygun, liberal ve demokratik bir yönetim konusunda yön verici bir örnek sunan Norveçli komşumuz Jens Stoltenberg paylaşabiliyor olmaktan memnuniyet duymaktayım.

 

Çok yaşlı bir adam olarak doğal olarak, ister tarihte geriye doğru, ister beklenen geleceğe doğru olsun,  uzun zaman pencereleri şeklinde düşünüyorum. Buna rağmen, geçenlerde tarafıma yöneltilen son derece basit bir soruya net bir cevap veremedi. Wolfgang Thierse bana şunu sormuştu: “Almanya ne zaman artık normal bir ülke olacaktır?” Bunun üzerine ben şu cevabı verdim: “Yakın bir tarihte Almanya “normal” bir ülke olmayacaktır”. Zira, korkunç, ancak eşitsiz tarihi yükümüz buna engel teşkil etmektedir. Ayrıca, çok küçük ancak çok farklı uluslardan oluşan kıtamızın ortasında yer alan demografik ve ekonomik ağırlığımız da bir engeldir.

Böylece “Avrupa’da ve Avrupa ile Almanya” başlıklı karmaşık konuşmama başlamış durumundayım.

Avrupa entegrasyonun saikleri ve kökenleri

Avrupa’daki 40 ulusal devletin birkaçında – İtalya, Yunanistan ve Almanya gibi – ulus bilinci çok geç ortaya çıkmışsa da, sürekli olarak kanlı savaşlar yaşanmıştır. Avrupa tarihinin bu bölümü – Orta Avrupa’dan bakıldığında – merkez ile periferi arasındaki sonsuz mücadeleler dizisi olarak görülmektedir.

Avrupa’nın merkezinde yer alan devletler ve halklar, zayıf olduklarında periferide yer alan komşuları zayıf durumundaki merkeze saldırmışlardır. En büyük tahribat ve insan kaybı 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşı sırasında meydana gelmiştir. Bu savaş esas itibariyle Alman topraklarında yaşanmıştır. Almanya o zamanlar yalnızca Almanca konuşulan bölgelerde kullanılan coğrafi bir kavramdan ibaretti. Daha sonra XIV Lui’nin komutasında ve daha sonra Napolyon’un komutasında Fransızlar geldiler. İsveçliler yalnızca bir kez geldiler. İngiliz ve Ruslar ise defalarca geldiler.

Ancak, hanedanlıklar ya da devletler Avrupa’nın merkezinde güçlü olduklarında ya da kendilerini güçlü hissettiklerinde periferiye saldırdılar. Yalnızca Orta Asya ve Kudüs’e değil, aynı zamanda Doğu Prusya ve Baltık devletlerine yönelik Haçlı Savaşlarında buna örnektir. Yakın çağda, Napolyan’a karşı verilen savaşlar ile Bismarck döneminde 1864, 1866, 1870-71 yılında verilen savaşlar da benzer örneklerdir.

Aynı durum, 1914-1945 yılları arasında yaşanan ikinci Otuz Yıl savaşı için de geçerlidir. Özellikle Hitler’in Nordkap’tan Kafkasya, Girit, Güney Fransa ve Libya-Mısır sınırındaki Tobruk şehrine kadar uzanan saldırıları için de geçerlidir. Avrupa’nın Almanya’nın provokasyonu sonucu uğradığı felaket Avrupalı Yahudilerin ve Alman ulusal devletinin felaketini de kapsamaktadır.

Daha önce ise, Polonyalılar, Baltık ulusları, Çekler, Slovaklar, Avusturyalılar, Macarlar, Slovenler ve Hırvatlar Almanya’nın kaderini paylaşmışlardır. Biz Almanlar diğer ulusların bizim merkezi gücümüz altında acı çekmelerine neden olduk.

Daha 20. Yüzyılın ilk yarısında ulusların bilincinde çok büyük bir rol oynamış olan toprak talepleri ile dil ve sınır anlaşmazlıkları günümüzde fiilen büyük ölçüde anlamsız hale gelmiştir. Her halükarda biz Almanlar için.

Almanya’nın bütün komşu ülkelerinde yaşayan insanlar ve dünyanın her yerinde yaşayan Yahudilerin periferide yer alan ülkelerde Alman işgali sırasında meydana gelen Holokost ve utanç verici suç fiillerini hatırlıyor olmalarının biz Almanlar açısından belirleyici önemi haiz olduğu düşüncesindeyim. Biz Almanlar, komşularımızın tamamında Almanya’ya karşı daha birçok kuşak boyunca sürecek olan gizli bir şüphenin mevcut olduğunun yeterince bilincinde değiliz.

Dünyaya gelecek olan Alman kuşakları da bu tarihi yükle birlikte yaşamak zorunda kalacaklardır. Bugünkü kuşak da şunu unutmamalıdır: Bu şüphe Almanya’nın gelecekteki gelişiminden duyulan ve 1950 yılında Avrupa entegrasyonunun başlatılmasına neden olan şüphedir.

Churchill 1946 yılında Zürih’deki büyük konuşmasında Fransızlara Almanlarla anlaşmaları ve onlarla ortaklaşa bir şekilde Avrupa Birleşik Devletleri kurması çağrısında bulunduğunda, iki saike sahipti. Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği’nin tehdit kaynağı olarak görülmesiydi. İkincisi ise, Almanya’nın büyük bir Batılı birliğe dahil edilmesiydi. Zira Churchill uzun görüşlü bir kişi olarak Almanya’nın yeniden güçleneceğini tahmin etmişti.

Churchill’in konuşmasından dört yıl sonra 1950 yılında Robert Schuman ve Jean Monnet’in Batı Avrupa’daki ağır sanayinin birleştirilmesine ilişkin Schuman Planı’nı hazırlamaları da aynı saik temeline, Almanya’nın bağlanması temeline dayalıdır. 10 yıl sonra Konrad Adenauer’e barışmak için elini uzatan Charles de Gaulle de aynı saik çerçevesinde hareket etmiştir.

Bütün bunlar, Almanya’nın gelecekte güçlenmesinden duyulan endişeden kaynaklanan gerçekçi yaklaşım doğrultusunda gerçekleşmiştir. 1950-1952 yıllarında Batı Avrupa’daki sınırlı entegrasyonun temelinde, 1849 yılında Avrupa’nın birleşmesi çağrısında bulunmuş olan Victor Hugo’nun idealizmi veya bir başka idealizm yer almıyordu. Avrupa ve Amerika’da o zamanlar görev yapan devlet adamları (George Marshall, Eisenhower, Kennedy, Churchill, Jean Monnet, Adenauer, de Gaulle, Gasperi ve Henri Spaak’ın adlarını anmak istiyorum) Avrupa idealizmi temeline değil, Avrupa tarihine ilişkin bilgilerin temeline dayalı olarak hareket etmişlerdir. Bu devlet adamları, Almanya’nın yer aldığı merkez ile periferi arasındaki mücadelenin devam ettirilmemesi için gerçekçi bir bakış açısıyla hareket etmişlerdir. Avrupa entegrasyonunun kökeninde yatan ve hala taşıyıcı unsur olan bu saiki anlamamış olan bir kişi Avrupa’da hâlihazırda yaşanmakta olan büyük krizin çözülmesi için mutlaka gerekli olan ön şarta sahip değil demektir.

1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllarda, Almanya’nın ekonomik, askeri ve siyasi ağırlığı arttığı ölçüde, Batı Avrupalı devlet adamları Avrupa entegrasyonunu Almanların tekrar güç politikası uygulamaya başlamalarına karşı bir sigorta olarak gördüler. Margaret Thatcher veya Mitterand veya Andreotti’nin 1989-90 yıllarında iki Alman devletinin birleşmesine karşı çıkmalarının nedeni Avrupa kıtasının merkezinde yer alan güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkmasından duyulan endişedir.

Burada, bâzı hâtıralarımı dile getirmek istiyorum. Monnet’in “Pour les Etats-Unis d’Europe” adlı komitesine dâhil olduğum sırada Jean Monnet’i dinlemiştim. 1955 yılıydı. Jean Monnet benim için Avrupa’nın adım adım entegre edilmesine ilişkin konsepti nedeniyle hayatımda tanımış olduğum en uzak görüşlü Fransızlardan biridir.

Ben o zamandan bu yana, idealizm nedeniyle değil, Alman ulusunun stratejik çıkarı nedeniyle Avrupa entegrasyonunun ve Almanya’nın dahil edilmesinin bir yandaşı oldum ve öyle kaldım. (Bu durum beni o zamanlar büyük saygı duyduğum Parti Genel Başkanı’mla bir tartışmaya girmeme neden olmuştu. Bu tartışma Kurt Schumacher için çok önemsizdi, ancak 30 yaşında savaştan geri dönmüş bir kişi olan benim için çok ciddiye aldığım bir tartışma olmuştu.) Bu tartışma benim 1950’li yıllarda dönemin Polonya Dışişleri Bakanı Rapacki’nin planlarını kabul etmeme neden oldu. 1960’lı yılların başında, Batı’nın resmi nükleer stratejik intikam stratejisine karşı bir kitap yazmama neden oldu. Bu strateji o zamanlar olduğu gibi bugün de dahil olduğumuz NATO tarafından güçlü Sovyetler Birliği’nin tehdit edilmesi için kullanılmıştı.

Avrupa Birliği gereklidir

De Gaulle ve Pompidou 1960’lı yıllar ile 1970’li yılların başlarında Almanya’yı dahil etmek için Avrupa entegrasyonunu ilerlettiler. Ancak kendi devletlerini ne pahasına olursa olsun dahil etmek istediler. Giscard d’Estaing ile benim aramdaki karşılıklı iyi anlayış Fransa ile Almanya arasında bir işbirliği döneminin başlatılmasını ve Avrupa entegrasyonunun ilerletilmesini mümkün kıldı. Bu dönem 1990 yılı ilkbaharından sonra Mitterand ve Kohl tarafından başarılı bir şekilde devam ettirildi. Avrupa topluluğunun üye sayısı 1950/1952 yılından 1991 yılına kadar adım adım 6 üyeden 12 üyeye çıkarıldı.

O zamanlar AB Komisyonu Başkanı olan Jacques Delors tarafından gerçekleştirilen kapsamlı ön çalışmalar sayesinde Mitterand ve Kohl 1991 yılında Maastricht’te ortak para pirimi Avro’yu oluşturdular.  Yeni para birim bundan on yıl sonra 2001 yılında kullanılmaya başlandı. Bunda Fransa’nın aşırı güçlü Almanya’dan, bir diğer ifadeyle aşırı güçlü Alman Mark’ından duyduğu endişe rol oynadı.

Avro aradan geçen zaman içinde dünya ekonomisinin ikinci önemli para birimi haline geldi. Bu Avrupa para birimi içeride ve dışarıda Amerikan Doları’ndan daha istikrarlı bir durumdadır. Aynı zamanda Alman Markı’nın son on yılındaki istikrarından daha istikrarlıdır. “Avro krizi” hakkında yazılan çizilenler medyanın, gazetecilerin ve politikacıların düşüncesizce saçmalamalarından başka bir şey değildir.

Ancak dünya 1991/1992 yılındaki Maastricht Anlaşması’ndan sonra devasa bir şekilde değişmiştir. Doğu Avrupa’daki ulusların özgürlüğüne kavuşmasına ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne şahit olduk. Çin, Hindistan, Brezilya ve diğer “üçüncü dünya” olarak adlandırılmış olan “gelişmekte olan ülkelerin” yükselişi fenomenine şahit oluyoruz. Aynı zamanda dünyanın büyük bir bölümündeki reel ekonomiler “küreselleştiler”. Bir diğer ifadeyle, dünyanın neredeyse bütün devletleri birbirine bağımlı hale geldiler. Özellikle küresel mali piyasalardaki aktörler tamamen kontrol dışı bir güce sâhip oldular.

Ancak aynı zamanda ve neredeyse hiç hissettirmeksizin dünya nüfusu 7 milyara yükseldi. Ben doğduğum sırada dünya nüfusu 2 milyardı. Bütün bu devasa değişiklikler Avrupa halkları, devletleri ve onların refahını çok büyük ölçüde etkiledi.

Diğer taraftan Avrupa’da bütün ulusların nüfusu azaldı. 21. Yüzyılın ortasında Avrupa’nın nüfusu dünya nüfusunun %7’sini teşkil edecekken dünya nüfusu tahminen 9 milyara ulaşacaktır. 9 milyarın sadece %7’si! Avrupa nüfusu 1950 yılına kadar dünya nüfusunun %20’den fazlasını teşkil etmişti. Ancak Avrupa’nın nüfusu 50 yıldan beri azalmaktadır. Bu azalış yalnızca rakamsal olarak değil Asya, Afrika ve Latin Amerika nüfusuna göre de oransal olarak azalmaktadır. Aynı şekilde Avrupalıların küresel üretimdeki payları da azalmaktadır. 1950 yılında %30 olan bu oran 2050 yılına kadar %10’a düşecektir.

Avrupa uluslarının her biri 2050 yılına kadar dünya nüfusunun %1’in küçük bir dilimini teşkil edecektir. Bunun anlamış şudur: Biz Avrupalılar dünya için bir anlam ifade etme umuduna sahip olmak istiyorsak, bunu yalnızca ortaklaşa başarabiliriz. Fransa, İtalya, Almanya ya da Polonya, Hollanda ya da Danimarka ya da Yunanistan şeklinde münferit devletler olarak bizi sonunda yüzde değil binde oranlarla ölçecekler.

Avrupa ulusal devletlerinin entegre edici beraberlikleri uzun vadeli stratejik bir çıkardır. Avrupa entegrasyonuna ilişkin bu stratejik çıkar giderek daha fazla önem kazanacaktır. Uluslar bu hususu henüz büyük ölçüde idrak etmemişlerdir ve insanların bunu idrak etmeleri de hükumetleri tarafından sağlanmamaktadır.

Ancak, Avrupa Birliği’nin gelecek yıllarda sınırlı da olsa ortak iş yapabilirlik kabiliyetine sahip olamaması durumunda münferit Avrupa devletleri ve Avrupa uygarlığının kendi kendisini marjinalize etmesi ihtimali mevcuttur. Böyle bir durumda Avrupa devletleri arasında rekabet ve prestij mücadelelerinin başlaması da ihtimal dışı değildir. Böyle bir durumda Almanya’nın sisteme dahil edilmesi pek mümkün olmayacaktır. Merkez ve periferi arasındaki eski oyun yeniden tekrarlanabilir.

Bu durumda, dünya genelindeki aydınlanma, insan haklarının yayılması ve onurunun korunması, hukuk devleti temeline dayalı Anayasa ve demokratikleşme sürecine Avrupa tarafından önemli katkılar yapılması mümkün olamayacaktır. Bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda Avrupa topluluğunun eski kıtamızın ulusal devletleri için hayati öneme haiz olduğu görülmektedir. Bu gereklilik Churchill ve De Gaulle’nin hedeflerini aşmaktadır. Aynı zamanda Monnet ve Adenauer’in hedeflerini de aşmaktadır. Günümüzde Ernst Reuter, Fritz Erler, Willy Brandt ve Helmut Kohl’un de hedeflerinin ötesine geçmektedir.

Ekleme yapmak istiyorum: Konu tabii ki daima Almanya’nın dâhil edilmesidir. Bu nedenle, biz Almanların Avrupa entegrasyonu çerçevesindeki görevimiz ve rolümüzün bilincine varmalıyız.

Almanya’nın sürekliliğe ve güvenilirliliğe ihtiyacı var.

2011 yılı sonunda Almanya’yı yakın ve uzak komşularımızın gözleriyle dışarıdan gözlemlediğimizde Almanya’nın 10 yıldan beri huzursuzluk ve hatta son dönemde siyasi endişeye neden olduğu görülmektedir. Son yıllarda Alman politikasının sürekliliğine ilişkin olarak büyük bir şüphe ortaya çıkmıştır. Alman politikasının güvenilirliliğine duyulan itimat zarar görmüştür.

Sözkonusu şüphe ve endişeler Alman politikacı ve hükumetleri tarafından dış politika bakımından yapılan hatalardan kaynaklanmıştır. Bunlar diğer yandan birleşmiş Federal Almanya’nın dünya için bir sürpriz niteliğinde olan ekonomik gücünden de kaynaklanmaktadır. Ekonomimiz – ikiye bölünmüş olduğu 1970’li yıllardan başlayarak – Avrupa’nın en büyük ekonomisi haline gelmiştir. Ekonomimiz bugün teknolojik, mali politika ve sosyal politika açısından dünyanın en güçlü ekonomilerinden biridir. Ekonomik gücümüz ve onlarca yıldan beri nispeten çok istikrarlı sosyal sistemimiz kıskançlığa da neden olmuştur. Kaldı ki, işsizlik ve borçlanma oranımız uluslararası ortalamaya yakındır.

Ancak ekonomimiz büyük ölçüde hem ortak Avrupa piyasasına entegre olmuş aynı zamanda büyük ölçüde küreselleşmiş ve bu suretle dünya konjonktürüne bağımlı hale gelmiştir. Bu nedenle gelecek yıl Almanya’nın ihracatının önemli ölçüde artmayacağını göreceğiz.

Ancak aynı zamanda çok olumsuz bir gelişme de ortaya çıkmıştır. Bir diğer ifadeyle, ticaret bilançosu ve verim bilançosunda muazzam fazlalıklar elde edilmiştir. Bu fazlalıklar senelerden beri milli hasılamızın yaklaşık %5’ini teşkil etmektedir. Bunlar Çin’in fazlalıkları kadar büyüktür. Biz bunun farkında değiliz, zira bunlar artık Alman Mark’ı olarak değil Avro olarak hesaplanmaktadır. Politikacılarımızın bu durumun bilincinde olmaları gereklidir.

Zira bizim fazlalıklarımız aslında diğer ülkelerin açıkları anlamına gelmektedir. Başkalarından alacaklarımız onların borçlarını teşkil etmektedir. Bir zamanlar tarafımızca kanuni bir ideal haline getirilmiş olan “dış ekonomik denge” bu suretle ihlal edilmektedir. Bu ihlal ortaklarımızı tedirginliğe sevk etmektedir. Son dönemde Amerika başta olmak üzere Almanya’nın Avrupa’da öncü rol üstlenmesini talep eden sesler yükselmektedir ve bu durum komşularımızın bize yönelik şüphelerinin artmasına neden olmakta ve kötü anıları canlandırmaktadır.

Bu ekonomik gelişme ve aynı zamanda Avrupa Birliği organlarının iş yapabilirlik kabiliyetinde yaşanan kriz Almanya’yı bir kez daha merkezi bir rol üstlenmeye zorlamıştır. Şansölye, Fransa Cumhurbaşkanı ile birlikte bu rolü gönüllü olarak kabul etmiştir. Birçok Avrupa başkentinde ve komşu ülkelerdeki medya organlarında Almanya’nın baskın bir konumuna gelmesine karşı endişe duyulmaktadır. Bu kez askeri ve siyasi açıdan aşırı güçlü bir merkezi güç değil, ekonomik açıdan aşırı güçlü bir merkez söz konusudur.

Şimdi Alman politikacılarına, medyaya ve kamuoyuna yönelik ciddi bir uyarıda bulunmak istiyorum. 

Biz Almanlar sahip olduğumuz ekonomik güce güvenerek Avrupa’da lider rolünü talep etme veya en azından eşitler arasında birinci olma cazibesine kapılırsak komşularımızın çoğu buna şiddetle karşı çıkarlar. Ayrıca periferide merkezin aşırı ölçüde güçlenmesinden duyulan endişeler tekrar gündeme gelebilir. Bu tür gelişmelerin olası sonuçları AB’ye zarar verir ve Almanya’nın tecrit edilmesine yola açar.

Çok büyük ve kapasitesi çok yüksek olan Almanya’nın, bizi kendimizden korumak açısından da, Avrupa entegrasyon sürecinde yer alması gerekir. Bu nedenle Alman Anayasası’nın 23. maddesi, Şansölye Helmut Kohl döneminden, 1992 yılından bu yana, Avrupa Birliği’nin gelişmesine katkıda bulunmakla yükümlü kılmaktadır. Sözkonsu madde ayrıca “yetki ikamesi ilkesine” de katkıda bulunma yükümlüğünü içermektedir. AB organlarının iş yapabilirlik kabiliyetini önleyen mevcut kriz, bu ilkelerde herhangi bir değişikliğe yol açmaz.

Jeopolitik açısından sahip olduğumuz merkezi konumumuz, Avrupa tarihinde 20. Yüzyılın ortalarına kadar oynadığımız talihsiz rol ve bugünkü kapasitemiz, her Alman Hükumeti için AB üyesi ülkelerin çıkarlarını dikkate alma ve empati kurma zorunluluğunu beraberinde getirmektedir.

Nitekim son 60 yılda kaydettiğimiz yeniden yapılanma başarısını tek başına, yalnızca kendi gücümüzle elde etmedik. Batılı galip güçler yardım etmeseydi, Avrupa Topluluğu’na ve Atlantik ittifakına dahil edilmesiydik, komşularımızın desteği olmasıydı, Doğu ve Orta Avrupa’daki siyasi değişimler olmasaydı, komünist diktatörlüğün sonu gelmesiydi bu mümkün olmazdı. Biz Almanlar minnettar olmalıyız. Aynı zamanda komşularımızla dayanışma içine girmek suretiyle bize verilmiş olan desteğe layık olduğunuz kanıtlamalıyız.

Dünya politikasında özel bir rol oynama ve dünyada prestij sahibi olma çabaları fayda sağlamaz, hatta muhtemelen zarar verir. Her ne olursa olsun başta Fransa ve Polonya olmak üzere Avrupa’da komşularımız ve ortaklarımızla yakın işbirliği içinde olmak mutlak zaruridir.

Almanya’nın uzun vadeli stratejik menfaatleri açısından en önemli hususun kendisini tecrit etmemesi ve tecrit edilmeye izin vermemesi olduğunu düşünüyorum. Batı dünyasında tecrit edilmek çok tehlikelidir. AB içinde veya Avro Bölgesi’nde tecrit edilmek çok daha tehlikelidir. Benim için Almanya’nın menfaatleri tüm siyasi partilerin taktiğe dayalı her türlü çıkarlarından kesinlikle çok daha önde gelmektedir.

Alman politikacılarının ve Alman medyasının bu yaklaşımı kamuoyunda kesinlikle savunmakla yükümlü olduğunu düşünüyorum.

Eğer bir kişi Avrupa’da bugün ve gelecekte Almanca konuşulacağını söylüyorsa, eğer bir Alman Dışişleri Bakanı Trablus, Kahire veya Kabil’de medya önüne çıkıp açıklamalarda bulunmanın Lizbon, Madrid, Varşova, Prag, Dublin, Lahey, Kopenhag veya Helsinki ile siyasi temaslardan daha önemli olduğunu düşünüyorsa, bir başkası da Avrupa’da “mali kaynak transfer birliğinin” önlenmesi gerektiğini düşünüyorsa, tüm bunlar yalnızca zarar verici bir güç gösterisinden ibarettir.

Almanya gerçekten uzun yıllar AB bütçesine aldığından daha fazla ödeyen, dolaysıyla net ödeme yapan bir ülke konumundaydı. Biz bunu ödeyecek durumdaydık ve bunu Adenauer döneminden bu yana yaptık. Öte yandan tabii ki Yunanistan, Portekiz ve İrlanda daima AB bütçesinden ödediklerden daha fazla mali kaynak temin etmişlerdir.

Bu dayanışma gösterisi bugün Alman politikacılar tarafından yeterli ölçüde idrak edilemeyebilir. Ancak bu dayanışma şimdiye kadar doğal karşılanmaktaydı. Ayrıca Lizbon Antlaşması’ndan bu yana geçerli olan ve uyulması gereken yetki ikamesi ilkesi bulunmaktadır. Bu ilke uyarınca, bir ülke sorunları tek başına çözecek durumda değilse AB devreye girmek zorundadır. 

Konrad Adenauer, Schuman Planı’ından bu yana doğru siyasi içgüdüyle hem Kurt Schumanacher’in, hem de Ludwig Erhard’ın karşı çıkmasına rağmen, Fransa’nın önerilerine kabul etmiştir. Adenauer, Almanya’nın bölünmüşlüğü devam etmesine rağmen, Almanya’nın uzun vadeli stratejik menfaatlerini doğru bir şekilde değerlendirmiştir. Selefleri Brandt, Schmidt, Kohl ve Schröder de Adenauer’in entegrasyon politikasını devam ettirmişlerdir.

Günlük politikalara, iç politikaya veya dış politikaya dayalı taktiklere başvurulurken Almanya’nın uzun vadeli stratejik menfaatleri hiçbir zaman sorgulanmamıştır. Bu nedenle komşularımızın ve ortaklarımızın tamamı uzun yıllar hükümet değişikliklerinden bağımsız olarak Almanya’nın Avrupa politikasının sürekliliğine güven duymuşlardır.  Bu sürekliliğin gelecekte de devam etmesi elzemdir.

AB’nin içinde bulunduğu mevcut durumda kararlı bir şekilde hareket edilmelidir.

Almanya’nın AB gelişimine katkıda bulunması şimdiye kadar doğal bir durum olarak görülmekteydi, ki bu gelecekte de böyle olmalıdır. Ancak çok uzun vadeli hesaplar yapmamalıyız. AB Antlaşmalarında yapılacak değişiklikler, bundan 20 yıl önce Maastricht Antlaşması’yla yaratılan fiili durumun, ihmallerin ve hataların yalnızca kısmen düzeltilmesini sağlayabilir. Şimdiye kadar yaşanan zorlukları ve her taraftan gelen ulusal tepkileri veya olumsuz sonuçların ortaya çıktığı halk oylamalarını göz önünde bulunduracak olursak bugünlerde Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına yönelik dile getirilen önerilerin yakın bir gelecek için pek fayda sağlamayacağını düşünüyorum.

Bu itibarla İtalya Cumhurbaşkanı Napolitani’nin Ekim ayı sonunda yaptığı bir konuşmada dile getirdiği “bugün ne yapılması gerekiyorsa ona odaklanması gerekir” şeklindeki ifadesine kesinlikle katlıyorum. Yürürlükte olan AB antlaşmalarının, özellikle de bütçe disiplinine ilişkin kuralların ve Avro Bölgesi’nde ekonomik politikaların güçlendirilmesine yönelik sunduğu imkânların tam anlamıyla kullanılmasını gerekir.

Lizbon Antlaşması’yla oluşturulan AB kurumlarının bugün iş yapabilirlik kabiliyetini engelleyen kriz yıllarca sürmemelidir. Avrupa Merkez Bankası dışında, Avrupa Parlamentosu, AB Konseyi, AB Komisyonu ve Bakanlar Konseyi gibi AB organları 2008 yılında bankacılık sektöründe yaşanan krizde ve bunun müteakip borç krizinde pek etkin bir rol oynayamadılar.

Bugün AB’de yaşanan yönetim krizinin çözümü için özel bir reçete yoktur. Çözüm için birden fazla adımın atılması, bunların kısmen eşzamanlı olması, kısmen de ard arda atılması gerekecektir. Bunun için yalnızca değerlendirme kabiliyeti ve kararlı tutum değil, aynı zamanda sabırlı olunması da gerekir. Almanya’nın yapılanmaya yönelik katkıları yalnızca sözlerle sınırlı kalmamalıdır. Öneriler televizyon ekranlarında değil, AB kumlarında dile getirilmelidir. Biz Almanlar bunu yaparken, ekonomik ve toplumsal düzenimizi, federatif sistemimizi, bütçe ve mali sistemimizi Avrupalı ortaklarımıza bir örnek veya bir ölçüt olarak değil, yalnızca birçok seçenekten biri olarak takdim etmeliyiz.

Almanya’nın bugün yaptıklarının veya yapmadıklarının gelecekte Avrupa’da doğuracağı sonuçlarda hepimiz sorumlu olacağız. Bunun için Avrupa fikrini esas alan mantıklı hareket tarzına ihtiyaç duyulmaktadır. Yalnızca mantık yeterli değildir, aynı zamanda komşularımıza ve ortaklarımıza empatiyle yaklaşmalıyız.

 

Bir hususta Jürgen Habermas’la aynı görüşü paylaşıyorum, kendisi “AB tarihinde ilk kez demokratik yapılanmaların zayıflatıldığı bir dönemi yaşıyoruz” demişti. Gerçekten de yalnızca AB Konseyi ve başkanları değil, AB Komisyonu ve başkanları, Bakanlar Konseyleri ve AB bürokratları da hep birlikte demokrasi prensibini bir kenara itmişlerdir. Ben, Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerini başlattığımız dönemde AP’nin kendiliğinden ağırlık kazanacağını düşünmekle hata yapmışım.

Gerçekten de Parlamento şimdiye dek krizin aşılması için önemli ölçüde nüfuzda bulunmamıştır, zira istişareleri ve kararları kamuoyunda etkisiz kalmaktadır.

Bu nedenle Martin Schulz’e çağrıda bulunmak istiyorum: Sizin ve Hıristiyan demokrat, sosyalist, liberal ve Yeşiller Partili meslektaşlarınızın beraberce fakat açık bir şekilde sesinizi kamuoyuna duyurmanızın zamanı artık gelmiştir. 2008 yılında gerçekleştirilen G20 zirve toplantısında bankalar, borsalar ve bunların sahip olduğu mali enstrümanların denetlenmesine ilişkin önlemler tamamen yetersiz kalmıştır. Avrupa Parlamentosu’nun bu alanda adımlar atmasının zamanı muhtemelen gelmiş bulunmaktadır.

ABD ve Avrupa’daki binlerce bankacı ve borsacı artı kredi derecelendirme kuruluşları Avrupa’da siyasi sorumluluk taşıyan hükümetleri gerçekten esir almış durumdalar. Barack Obama’nın buna karşı önlem almasını beklemek pek mümkün değildir. Aynı durum İngiltere Hükümeti için de geçerlidir. Hükümetler 2008/2009 yılında sağladıkları güvenceler ve ödedikleri vergi paralarıyla bankaları kurtarmıştır. Ancak çok zeki ve aynı zamanda psikolojik dengesizlik eğilimi içinde bu menajerler güruhu 2010 yılından beri eski kar oyunların devam ettirmektedirler. Marion Dönhoff ve ben daha 1990’lı yıllarda hayati tehlike arz eden bu oyunu eleştirmiştik.

Eğer buna karşı hiç kimse harekete geçmek istemiyorsa Avro bölgesinde yer alan ülkeler harekete geçmelidir. Bu, AB Lizbon Anlaşması’nın 20. Maddesiyle mümkün kılınabilir. Sözkonusu maddede AB üyesi münferit ülkeler ya da çok sayıda üye ülkenin “kendi aralarında daha güçlü bir işbirliği gerçekleştirebileceği” ifade edilmektedir. AB bölgesinde yer alan devletler her halükarda ortaklaşa bir şekilde Avro bölgesi için köklü düzenlemeler yapmalıdır. Normal ticari bankalar ile yatırım bankalarının birbirinden ayrılmasından, resmi borsa denetleme makamı tarafından izin verilmediği sürece hisse senetlerinin açığa çıplak satışlarının ve türev ürünlerin ticaretinin yasaklanmasına ve denetleme dışı faaliyet gösteren kredi denetleme kuruluşlarının Avro bölgesiyle ilgili işlerine etkin sınırlama getirilmesine kadar bir dizi önlemler alınmalıdır. Bayanlar, Baylar, sizleri daha fazla ayrıntılarla yormak istemiyorum.

 

Küresel bankacılık lobisi buna karşı tabii ki bütün imkanlarıyla karşı çıkacaktır. Bu lobi bugüne kadar bütün etkin düzenleme getirilmesi girişimlerini engellemiştir. Bu lobi, bankacı ve borsacılar güruhunun Avrupa hükümetlerini zora sokmalarını ve onların sürekli olarak yeni “kurtarma şemsiyeleri” keşfetmek zorunda kalmalarını ve bunu “kaldıraç etkisiyle” genişletmelerini sağlamıştır. Avrupalıların etkin mali piyasa düzenlemeleri kararlaştırma cesareti ve gücüne sahip olmaları durumunda orta vadede bir istikrar bölgesi haline gelebiliriz. Ancak bunda başarılı olamazsak Avrupa’nın ağırlığı azalmaya devam edecek ve dünyanın gelişiminde Washington ile Pekin söz sâhibi olacaktır.

Avro bölgesinin geleceği için bugüne kadar ilan edilen ve düşünülen adımların atılması gereklidir. Kurtarma fonları, borçlanma üst sınırları ve bunların denetlenmesi, ortak bir mali politika, bütçe politikası, sosyal politika ve istihdam piyasası politikası alanlarında reformlar gerçekleştirilmesi buna dâhildir. Ancak ortak bir borçlanma da kaçınılmaz olacaktır. Biz Almanlar ulusal-egoist bir tutum içinde buna karşı çıkmamalıyız.

Avrupa’nın tamamı için aşırı bir deflasyon politikasının propagandasını kesinlikle yapmamalıyız. Jacque Delors devlet bütçeleri sağlıklı bir yapıya kavuşturulurken aynı zamanda büyümeyi teşvik edici projelerin uygulanması ve finanse edilmesini talep ederken haklıydı. Büyüme ve yeni istihdam yerleri olmaksızın hiçbir devlet kendi bütçesini iyileştiremez. Avrupa’nın yalnızca bütçe tasarrufu yapılarak sağlıklı bir yapıya kavuşturulacağını düşünen bir kişiye Heinrich Brüning’in 1930/1932 yıllarında izlediği deflasyon politikasının yarattığı meşum etkiyi incelemesini öneririm. Bu politika depresyon ve katlanılması mümkün olmayan bir işsizliğin ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu suretle ilk Alman demokrasisinin ortadan kalkmasının yolunu açmıştır.

Son olarak sevgili dostlar!

Aslında sosyal demokratlara bu ölçüde uluslararası dayanışma tavsiyesinde bulunulmamalıdır, çünkü Alman sosyal demokrasisi 150 yıldan beri enternasyonalist bir yaklaşıma sahiptir. Biz sosyal demokratlar aynı zamanda özgürlük ve her bir insanın onuruna saygı duyulması ilkesine sahip olduk. Bizler aynı zamanda temsiliyet temeline dayalı parlamenter demokrasiden yana olduk. Bu temel değerler bizi bugün Avrupa dayanışmasına yükümlü kılmaktadır.

Avrupa, 21. yüzyılda da tabii ki kendi dili ve tarihine sahip olan ulusal devletlerden oluşacaktır. Avrupa bu nedenle tabii ki federal bir devlet olmayacaktır. Ancak Avrupa Birliği basit bir devletler birliği durumuna da düşmemelidir. Avrupa Birliği dinamik ve kendisini geliştiren bir birlik olarak kalmak zorundadır. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde böyle bir örnek yoktur. Biz sosyal demokratlar bu birliğin adım adım oluşturulmasına katkıda bulunmalıyız.

İnsan ne kadar yaşlanırsa o kadar uzun zaman dilimleri çerçevesinde düşünmektedir. Yaşlı bir adam olarak sürekli olarak Godesberg Programı’nın değerlerine sıkı sıkıya sarılıyorum: özgürlük, adalet, dayanışma. Bu bağlamda ayrıca günümüzde adaletin özellikle çocuklar, öğrenciler ve gençler için fırsat eşitliği anlamına geldiğini düşünmekteyim.

1945 yılına ya da 1933 yılına – o zamanlar 14 yaşıma girmiştim – geriye baktığımda, bugün kaydetmiş olduğumuz ilerleme bana neredeyse inanılmaz gibi görünüyor. Avrupalıların 1948 Marshall Planı, 1950 Schuman Planı, Lech Valesa ve Solidarnoş, Vaslav Havel ve Charta 77 ve Almanya’nın 1989/1991 yılındaki birleşmesinden sonra ulaştığı ilerleme.

Eğer bugün Avrupa’nın büyük bir kısmı insan hakları ve barış içinde yaşayabiliyorsa, biz böyle bir durumu ne 1918 ne 1933 ne de 1945 yılında hayal edebilirdik. Bu yüzden tarihte emsali olmayan Avrupa Birliği’nin mevcut zayıf durumundan sağlam ve kendine güvenli bir şekilde çıkması için çalışalım ve mücadele edelim.

Ben naklettim...

Mehmet Kerem Doksat - Şimdiki Zamanlar - Tarabya

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©