M. Kerem Doksat | 24 Şubat 2015 Salı | 5344 |
Öyle birtakım temel kavramlar mevcuttur ki, bunlar asla eskimeyecek ve nöropsikiyatride, özellikle de Klinik Psikiyatride daima geçerliliklerini koruyacaklar.
Bu makalemi, konuyla ilgili olan hastalar, meraklılar, danışanlar, hasta yakınları… Herkes için klavyeye almaktayım.
Psikonevrozlar (Nörozlar diye de bilinir) denen tablolarda İçgörü yerindendir. Hasta, hastalığının semptom (araz) ve belirtilerini (sign) kendisine yabancı olduğunun farkındadır ve bunlardan kurtulmak ister. Hastalığının belirtilerini kendisinin yarattığının farkında değildir, bunlar bilinçdışından kaynaklanır. Klasik anlamdaki Histeri (Somatoform Bozukluklar, Dissosiyatif Bozukluklar, Vücut Şekline Takma Bozukluğu) vs. de bu gruba dâhildir.
Nevrotik hastalarda, “tamamen normal insanlarda” da görülebilen tek hallüsinasyon tipi Hipnagojik (uykuya dalarken) ve Hipnopompik (uykudan uyanırken) olanlardır. Halk arasında Karabasan diye de bilinen bu tablo genellikle yoğun stres dönemlerinde görülür. İçeri bir cin girebilir, kendisine tecavüz ediliyor gibi gelebilir ama kıpırdayamaz kişi. Ne zamanki bu hâl geçer, aslında saatler gibi gelen şeyin birkaç dakika sürdüğünü fark eder. Hattâ bütün olay süresinde de bilinç genellikle yarı-açıktır. Bazen bu da ciddi bir hastalık şeklini alarak, çok sık tekrarlayabilir. O zaman Narkolepsi’den ayırt etmek için Uyku Laboratuvarında tetkiki ve gerekiyorsa Uyarıcı (psikostimülan) veya REM Bastırıcısı birtakım ilaçlar verilebilir. Ben, ihtisasımın son dönemlerinde ve Pederim de ölüme yaklaşırken, hem aşırı çalışmaktan hem de üzülmekten birkaç kere bunları yaşadım. Üstelik Derealizasyon ve Depersonalizasyon da eklenmişti. Bu gibi Yabancılaşma (alienation) yaşantıları çok can sıkıcı, hattâ ürkütücü olabiliyor! Popüler kültürde ve hacı hoca tababeti diyebileceğimiz uygulamalarda, bunları hemen “içine cin girmiş” diye yorumlarlar.
Örnekler:
-Hipokpondriyak bir hasta bitmek bilmez yaygın ve sürekli değişen yakınmalarla müracaat ediyordu. Yakınları da kendisine ne yapacaklarını fena hâlde şaşırmıştı. Hemen her gün değişen tansiyon, nabız hızı, çarpıntı, mide-bağırsak problemleri ile gelirdi ve her seferinde ikna edici terapötik görüşme ve – çoğu zaman kaçınılmaz olarak da – birtakım ilaçlar verilerek evine yollanırdı. Bunlar tipik “hastalık hastasıdır” ve 24 saat sizi telefonla arayabilirler, soru sorarak zamanınızı ve emeğinizi zorlarlar. Bu durumları ellerinde değildir ve onlara kızmadan, tahammülle bunları dinleyip, yardımcı olmanız gerekir. Bu vaka da hâlen tedavimde ve aşkını, sağlığını, ilişkilerini, nabzını…her şeyini sorarak gelip gitmektedir.
-Monosemptomatik Vakalar:
1) Bir gözünün diğerinden iki milimetre daha küçük olduğunu takıntı (obsesyon) hâlinde, âdeta bozuk plak gibi sorgulayan Beyaz Rus kökenli güzel mi güzel bir kadıncağız, tam altı kere plastik-rekonstrüktif müdahaleden sonra, göz sinirindeki kesiğe bağlı olarak, düşük bir göz kapağıyla dolaşmaya başlamıştı. Aslında, avukat olan kocasıyla tatminkâr olmayan bir cinsel hayatı mevcuttu ve her şeyin sebebi de buydu. İlâçlar ve Hipnoz bir arada kullanılarak kısmen düzeltilebildi ama bir süre sonra tedaviyi bıraktı çünkü yeni arayışlar ve hekimler dolaşmak arzusundaydı. Gittiği bir sonraki hekim de muhtemelen bir psikiyatr değil, cerrah olmuştur ve insafına göre hareket etmiştir umarız. Genellikle bu tipler bütün piyasayı dolaşıp, bir gün tekrar gelebilirler (Karabatak Sendromu derim bunlara).
2) Öyle monosemptomatik vakalar vardır ki, artık, psikoz boyutuna ulaşırlar ve içgörüleri hiç kalmaz ama tek bir konudadır bu. Tipik olarak, genç bir hanım sürekli olarak vücudundan kötü kokular (gaz çıkarma ve büyük abdestle ilgili) çıktığına inanmıştı (hezeyan). Bunun dışında işlevselliği tamamen normaldi ve işine gücüne rahatlıkla gidip gelebiliyordu. Antipsikotik verdim ve psikoterapiye aldım. Böyle hastalarda sosyal kaçınma ve asosyalleşme, sonunda psikotik sürece kayma ve depresyon, hattâ intihar riski vardır. Bir süre sonra toparlandı ve hem antidepresan, hem antipsikotik, hem de psikoterapi üçlemesiyle yola devam etmeye başladı. Böyle hastalarımızda da doktor doktor dolaşma (Dr. Shopping) manzarası tipiktir. Ekseriyetinde de, beraberinde bir Kişilik Bozukluğu mevcuttur (özellikle A veya C grubundan). Meselâ aşırı Bağımlı Kişilik sorunu olan bir kadın, sırf kocasının gözüne girebilmek için, adeta bir “hastalık mucidi” hâline gelebilir çünkü günümüzde İnternet var ve oradan bakarak “bende şu da var, bu da mevcut” diye ikide bir müracaat edebilirler. Bu “obsesif meşguliyet” ise bâzen (hele ikinci ekseni Şizoid veya Paranoid ise) hezeyan hâlini alır ve işi gücü kendine yeni “teşhis imal etmek” hâline gelebilir. Bunlara “Thy should not Google on the Internet” diye esprili bir İngilizce lâf edilmiştir. Çünkü İnternette sörf yaparken, istedikten sonra, herkes, her türlü teşhisi kendisine veya bir başkasına koyabilir ve bu da âdeta “kutsal bir vazife” hâlini alabilir.
-Mütedeyyin bir genç hanım namazının sayısını kafaya takmıştı ve “günde beş miydi yoksa 25 miydi” diye takılmıştı. O derecede ağır bir Obsesif Kompulsif Bozukluk tablosuydu ki, yüksek doz SSGİ grubu ilâçlarla ancak kontrol altına alınabilmiş ve bir de tabloya “günahkâr olacağım, Allah beni cezalandıracak” şeklinde Fobiler eklenmişti. İkide bir abdest alıyordu ve tekrar namaz kılmaktan, ev işlerini dahi yerine getiremez olmuştu. Zamanla düşük doz antipsikotik de ekledik ve kısmen içgörü kazandı da, evliliği kurtulabildi. Bu sefer de oğlunun idrarını biriktirmeye başladı çünkü onun yeterince temizlenemediğine kafayı takmıştı ve orta hâlli bir diş hekimi olan kocasının dünyası da çok kararmıştı. Evde sürekli olarak idrar kokuyordu ve alınan ekmeği dahi sabunla yıkayarak temizlemeye başlamıştı. Daha da fenası, “Allah’a ve diğer kutsal değerlere sövme” tarzındaki Kompulsiyonları da artmış, henüz 6 yaşındaki oğlunu da deterjanla temizlemeye başlamıştı. Zihinsel kompulsiyonlarında ise sürekli olarak ailesini günahlardan arındırma temaları başlamıştı ve zaman zaman hallüsinasyon boyutuna dahi ulaşabiliyordu). Hem antipsikotik, hem SSGI + Antipsikotik verdik ve ayrıca EKT teklif ettik. Kabul etmekte zorlandılar ama 3 taneden sonra da içgörüsünü kazanarak, işlevselliğe döndü. Hâlen takibimizde olan bu vakada bu üçlünün yanı sıra, “İdame EKT” için de ikna edip, ayda bir kocasıyla gitmesini sağladık. Tabii, bıkkınlık, depresyon değil de demoralizasyondan dolayı, böyle vakalar da yeni arayışlara her zaman girebilirler. 4) Birtakım Monosemptomatik hastalardaki şikâyetler artık o derecede şiddetli olur ki, bunlarda aynen bir Şizofreni Hastasındaki kadar ciddi tedavi gerekebilir. Uzun süre solda siyatik ağrısı şikâyetiyle gelen ve usta bir Algolog (Ağrı-Bilimci) tarafından da tatbik edilmemiş tedavi yöntemi kalmamış olan genç ve güzel bir büyük Holding Sekreterindeki solda diz (patella) refleksinin alınamaması gibi nesnel bir muayene belirtisi de eklenince, anamnezi tekrar tekrar aldık ve sonunda, gene üst düzey bir yönetici olan erkek kardeşiyle aralarında hiçbir zaman ispatlayamadığımız ensest ilişki olduğu kanaatine vardık. Zaten her ikisinin de Rorschach testlerinde “yaşanılmış bir travmaya bağlı olması muhtemel ağır suçluluk duyguları” şeklinde rapor gelmişti. MMPI testlerinde ise “Nörotik Sınırlar İçinde ama güvenilirliği düşük profiller” çıkmıştı. Psikolog arkadaşımız “bunlar bir şeyleri, muhtemelen de ensesti (fücur) saklıyor Hocam” diye beni ikaz etmişti. Hiç yüzleştirme yoluna gitmedim ve antidepresanlar ve psikoterapiyle yola devam ettik. Bir süre sonra ikisi de evlendi ama her ikisinin de eşleri, “kardeşler arasındaki garip samimiyetten şikâyet ettiklerini” söylediler. İkisini de boşanmaları birer sene arayla gerçekleşti. Daha sonra ortadan kayboldular.
-Gene bâzı Somatoform Ağrı Bozukluğu vakalarında da iş psikoz boyutuna ulaşabilir. Şiddetli karın ağrısı sebebiyle defalarca Acillere giden, gereksiz yere yüzlerce enstrümantasyon (gereksiz tıbbî âlet kullanımı, skopiler vs.) ve tetkik yapılan bir hastanın ağrılarının tek sebebi Huzursuz Bağırsak Sendromu idi ve hipnoterapiyle birkaç seansta tamamen düzeldi. 1.5 sene kadar da antidepresan (Anafranil - klorimipramin) kullandı. Sonra da Bilişsel Davranışçı Terapiye (BDT) uzun süre devam ederek, bilinçdışı çatışmaları üzerinde çalıştık. Bir buçuk senede tamamen düzeldi ve tedaviyi sonlandırdım.
-Panik Bozukluk denen tablo aslında şimdilerde birkaç bölümde inceleniyor: Agorafobili, Agorafobisiz; Evrimsel açıdan “hatalı bir boğulma alarmıdır”; mide-bağırsak sistemini tutan semptom ve belirtilerle giden tipi de mevcuttur. Psikodinamik açıdan ise İd Anksiyetesi, ölüm fobisi, delirme endişesi gibi şeyler görülür. Aşırı soluk alarak boğulmadan kurtulma tepkisi tipiktir ve bâzen bu “hiperventilasyon” özerklik kazanarak, tek başına bir hastalık oluşturabilir. Seneler önce gördüğüm bir Sınırda Kişilik Bozukluğu vakası olan genç kızda bu o derecede şiddetliydi k, epey zengin olan ailesi, Avrupa’daki bir “Hiperventilasyon Uzmanına” kadar götürmüşlerdi. Ne benim müdahalelerim, ne de Avrupa’daki uzman işe yaramış ve babası da kahrından enfarktüs geçirip ölmüştü! Kesekâğıdına nefes aldırma tekniğinin işe yaradığına hiç şâhit olmadım. Çok kötü ise, yavaş yavaş, İntravenöz yolla Diazem yapılması hâlâ en radikal ama kalıcı ol(a)mayan çözümdür. Bu arada gene vurgulayayım;: Diazem IM (adale içine) yapılmamalıdır. Apse oluşursa sorun değil ama bir anda emilip, solunum depresyonunda dolayı ölüme sebep olabilir. Ayrıca, molekül ışığa çok duyarlı olduğu için, eskiden cehaletten dolayı yaptığımız üzere, Serum karıştırılıp, ışık gören ortamdan uzakta, yavaş yavaş uygulanmalıdır. Akut Migrende Novaljin (novamin sülfon) ve Diazem karışımı çok yaygın uygulanmakta ama bu yapılacaksa, her türlü acil yardım imkânı mevcutken ve IV (toplardamardan ve yavaş) uygulanmalıdır. Novaljin ampulü kırıp içmek Akut Migrende hârikalar yaratabilir.
-Yapay Bozukluk (Factitious Disorder – Düzmece Bozukluk) vakalarında ise, hasta, hastalığını kendisinin yarattığının farkındadır ve bundan bilinçdışı bir menfaati vardır. İçgörü tamdır.
Örnekler:
-Yaşlı Kadın Hasta. Çocukluğunda yeterince sevgi ve ilgi göremediği Tüberküloz ve zatülcenp (akciğer zarı iltihabı) tabloları yaşamış ve bir seneye yakın da sanatoryumda yatarak tedavi görmüştü. İlkokuldan beri spor yapardı ve eski “millî atlet komplelerden” birisiydi. Gençliğinde, o da psikiyatr olan kocasını, sürekli olarak hastalık icat ederek bizar etmişti. Adamcağızın Kanserden vefatından sonra bu hastalık yaratma artan bir ivmeyle devam etti. Her türlü Psikosomatik Hastalığı da (Migren, Yumuşak Doku Romatizması vs.) mevcuttu. Çok gençken yaptırdığı ve aslında gereksiz olan apandisit ameliyatından sonra pek çok kereler gerekli gereksiz hastaneye yatırttı kendisini ve gene psikiyatr olan oğlu dahi zaman zaman dayanamayarak, kendisine sertçe çıkışlar yaparak “yeter anneciğim” diyordu. Safrakesesi alındı, midesi için bir dünya ilâç verildi. Sonra bir gün (dul kaldıktan sonra) “mememden akıntı geliyor” diye aradı oğlunu. Genetik geçişli Yükselen Aort Anevrizması ameliyatını pek zahmet verdirdikten sonra kerhen yaptırtmıştı çünkü her an patlayabilirdi. Zaten böyle hastalar ufak tefek operasyonlara adeta neşeyle giderken, iş ciddiye binince de epey tereddüt ederler. Meme tetkiklerinde habaseti düşük olan meme kanseri çıktı. Onkoloji Profesörü de “merak etmeyin hanımefendi, yaşınız da ileri olduğu için, bu sizi götürmez” deyince aradığını bulmuş oldu. Lenf düğümleri de temizlendi ve tam şifa buldu. Gene de, karnındaki Teflon greft ve mustarip olduğu Hipertansiyon sebebiyle, sabah sporu yasaklanmıştı. İnat etti ve bunları sürdürdü. Bu arada, ikinci kattaki evine rahatlıkla tek başına veya yardımcı olarak tutulan Azeri ve Moldovyalı bakıcıların refakatinde inip çıkabiliyordu. Tabii ki, üst üste maruz kaldığı anestezilerden dolayı Minimal Bilişsel Bozulma de başlamıştı. Artık Psikiyatri Profesörü olmuş oğlu, hem eski bir asistanından, hem de çok iyi bir Nöroloji Profesöründen rica ederek, evde konsülte ettirtti. Fizik Muayenesinde Giridon Karnı denen, pek çok operasyona bağlı yara izleri (skarlar) mevcuttu. Bunlar için de estetik müdahaleden bahsettiğinde, oğlu isyan ederek “Anneciğim, yeter atık. Ne olur dur Allah aşkına” diye yalvardı. O da lâf dinledi bu sefer. Ama ok yaydan çıkmışı bir kere! Oğlunun öğretim üyesi olduğu fakülteden bir Ortopedi Profesörü ile gizlice temas etti (ismi lâzım değil) ve işlevselliği çok iyiyken, gelip gideni de bol olmasına rağmen, bu sefer de dizlerine protez taktırmayı takmıştı kafasına. İlk bahsettiğinde oğlu net olarak muhalefet etmişti ama o “peki evlâdım” diyerek susmuş, akabinde de kadim bir dostu olan, kendisi gibi dul bir arkadaşını (o hâlâ hayattadır) devreye sokarak, Emekli Sandığı hakkını da kullanarak, kendisini ameliyat masasına yatırttı. O profesör de aynı seferde iki dize protezi taktı! Trajedi de böyle başladı ve o zamana kadar hareket serbestisini koruyan, yemeğini pişiren, evine gelenleri ağırlayıp, birkaç kadeh rakısını da içebilen, pilavını ve meşhur köftesini ustalıkla kızartabilen, misafirlerini ağırlayabilen yaşlı kadın tamamen eve bağımlı hâle geldi. Ancak “altın beşik” yaparak iki kat aşağı indirip çıkarabiliyorlardı ve bu sefer de katarakt ve Sarı Nokta Hastalığı için ameliyat olmaktan bahseder olmuştu. Oğlu artık baş eğmişti, onu da yaptırttı bir arkadaşını devreye sokarak. Başarılı da geçti ve televizyonunu seyredebilir, gazetesini okuyabilir duruma geldi. Oğlu da o dönemlerde sıkıntıdaydı ve başka bir daireye taşınmıştı ama hemen her gün aramaktaydı. En az gün aşırı da ziyaretine gider, bazen onda kalır, arada da yeni gelin adayını tanıştırmaya getirirdi. Sonra bir gün telefon acı acı çaldı ve “yavrum, her tarafımda bir şeyler çıkıyor, bir gel hele” dedi. Fırlayıp gittiler karıkoca (artık evlenmişti ikinci olarak) ve bir baktılar ki, 80 küsur yaşına rağmen, o sporların ve iyi beslenmenin hazin hediyesi karşılarındaydı: Her tarafında yumru yumru metastaz tümörleri fışkırmaktaydı. Çaresizlikten ağladı oğlu ve hemen Onkoloji Profesörü dostu olan hanımefendiyi aradı. “Canım benim, henüz ‘kendi hâline bırakılacak vaziyette’ değil ama bu hâliyle de invazif bir kemoterapiyi kaldıramaz, sen karar ver” dedi. Bu bir ölüm fermanıydı aslında! Son demlerinde, yeni karısıyla beraber oğlu ve akrabaları, dostları hep ziyaretine gittiler Dul Kadının. O da hep şen şakrak muhabbet etmeyi sürdürdü. Oğlu, Pederinin vefatı da Akciğer Kanserinden dolayı ve elinde vuku bulduğu için mânen yaralıydı. Karısıyla son uğradıklarında, Türk bakıcısı da çok keyifsizdi, o da hüzünlüydü. Ama gene de gülümsedi Dul Kadın ve “babanı özledim yavrum, bırak artık beni” dedi oğluna. “Hiç öyle şey olur mu, saçmalama” filan diye geveledi oğlan ama sözün bittiği yerdeydiler. Hemen Süreyya Paşa Hastanesinde yer bulundu ve orada bakıma alındı. Dostları “siz biraz gidip istirahat edin” deyince, yeni gelinle oğlu “tamam” dediler, yarım saate kadar geliriz. Döndüklerinde ise çoktan ruhunu teslim etmişti. 20 dakikayla kaçırmışlardı son ânı ama acı çekmeden, etrafa gülücükler saçarak vefat ettiği söylendi. Kalbi ve akciğerleri iflas etmişti. Oğlunun dostları hemen her şeyi yapıyordu zâten; kısaca kefeni aralayıp alnından öptü anasının ve birkaç dakika ağladı. Sonra da câmi, defin ve dualar geldi tabii ki. O, gitmişti artık! Bu kadın Merhume Anam Neclâ Doksat’tı. Hâlâ onun usulündeki köfteyi yapıyorlar evde ve anacığımı yâd ederek yiyorum. Bu tecrübemi, Neslim’le beraber, Dünya Onkoloji (Kanser) Kongresinde de paylaştık gelenlerle…
-İstanbul’daki büyük bir Tıp Fakültesinde hizmetli olarak çalışan Orta Yaşlı Kadın Hastayı Nöroloji Başağrısı Birimi’nden yollamışlardı. Ortaokul mezunuydu. Sık sık gözleri iltihaplanıp akıyordu ve Tekrarlayıcı Herpes Konjonktiviti, Kollajen Vasküler Doku Hastalıları, Oftalmolojide görülebilecek her türlü şey taranmış ama bir şey bulunamamıştı. Amannezi alırken, bu göz rahatsızlıklarının sebebini anlayabilmek için, önce mahrem hayatını sorgulamaya –evlilik, iş ve arkadaş ilişkileri vs. – başladığımda, sıkıntısı gittikçe arttı ve sürekli olarak gözlerini ovuşturmaya başladı. Bir süre sonra ikisi de kan çanağına dönmüştü; bu arada da maaşının yetmediğini, ek gelir için fahişelik yaptığını, “müşterileri arasında personelden profesörlere kadar pek çok kişinin bulunduğunu” itiraf etmekteydi. Bundan aslında “pek de” zevk almadığını ama iki çocuğunun istikbalini düşünmek zorunda olduğunu da ifşa etti. Ayrıca, öz dayısı tarafından da genç kızlık döneminde tavizle tecavüz arası bir fena muamele görmüştü. Konuştukça nasıl ağır bir Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve buna bağlı yalancı-fahişelik, bunun rasyonalizasyonu, günahkârlık duygularının İnkârı, Zıt Tepkiler Kurma ve Entellektüalizasyon yanı sıra, Somatizasyon Ego Savunmalarını kullandığı da aşikâr bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hiç beklenmeyecek kadar çok kitap okuduğunu, Klasik Müzik dinlediğini, kazandığı paralardan arta kalanıyla konserlere gittiğini öğrenince çok şaşırmıştım. Belirgin bir “Maskeli, Somatoform Depresyonu” ve “Aleksitimisi: kendi duygularının farkında olamama hâli) vardı. Antidepresan yazdım ve düzenli terapiye çağırdım. Hemen akabinde, hiç şaşırmadığım teklif geldi: “Hocam, zahmetinizin karşılığında, ister odanızda, ister başka bir mekânda hizmetinize hazırım”. Buna gerek olmadığını, zaten elindeki sevk kâğıdının yeterli olacağını ve poliklinikte de yeterince zaman ayıracağımı söyledim. Gözlerini çok ovuşturmasının altında, bastırılmış suçluluk duygularının olduğu anlattım. O zamanlar taze uzmandım ve böylesine erken bir Konfrontasyonun (Yüzleştirmenin) hastayı kaçıracağını akıl edememiştim. Nitekim birkaç seans geldi, antidepresan da (fluoksetin (Prozac) vermiştim: hem kiloluydu hem de sıkıntısı çoktu) birkaç haftadan sonra kesti. “Bizim erkekler tombul kadın sever hocam, hem bu ilâç benim cinsel isteklerimi de azalttı” dedi. Biraz beklerse tam aksinin de olabileceğini izah etmem kâfi gelmedi ve bir daha da gelmedi (fluoksetin, uzun vadeli kullanımda spontane orgazmlara dahi sebep olabilir)...
-Vekâleten Munchausen Sendromu çok vahimdir. Hiç unutmam, minnacık bebeğinin idrarına büyük abdest karıştırıp getiren bir anne görmüştüm. Keza aynı şeyi kendi parmağından akıttığı birkaç damla kanla bulaştırarak bebeklerini Acil Servise getirip, büyük bir merakla olup bitenleri seyretmişlerdi birtakım ebeveynler... Böyle kişileri içinizden dövmek gelebilir çünkü o bebeklerin bir kısmı, bu işlemler esnasında, hayvanlar gibi “telef olabilirler”. Gene de bu insanlar hastadır ve şefkatle yaklaşıp, çocuğu o ebeveynin (çoğunlukla kadın) elinden tedavi gerçekleşinceye kadar uzaklaştırmak icap eder.
Kişilik Bozuklukları vakalarında ise, kişi şikâyetlerini kendisinin yarattığının genellikle farkındadır ama bunları yaratan bilinçdışı sebepleri bazen bilir, bazen bilemez. Kişilik bozukluğunun tipine göre bu farklılık gösterebilir. Hallüsinasyon ve hezeyanlara rastlanabilir.
Örnekler:
A KÜMESİ
Şizoid Kişilikli Adamlar ve Şizoid Kişilik Bozukluğu: İyi ki hastam olmadı, Zaman Makinası henüz icat olunmadı ama olsaydı da tedavi etmezdim. Tabii ki Einstein’dan bahsediyorum. Hâlen de öyle. İnsanlık tarihi boyunca büyük icatlara, keşiflere imza atan pek çok dâhinin grubudur bu. Asperger Sendromu (Bozukluğu) da bir örnektir. Eğer Einstein yaşamasaydı, hâlâ aşılamamış ve tam anlaşılamamış olan İzafiyet Teorisi de olmayacaktı. Tarihî açıdan da, Atatürk’e yazdığı mektupla Türkiye’de üniversiteyi kuran bilim adamlarını getirten ta kendisidir. Profesör Nash meselâ, Şizofrendir ama pre-morbid döneminde de Şizotipalmiş (tanıştım ve bal gibi de ilâç kullanıyor). Eğer öyle olmasaydı, Oyun Teorisini kim icat edecekti? Günümüzde de pek çok büyük kâşif ve mucit bu gruptandır. Evrimsel Psikologlara ve Psikiyatrlara göre ise, tarihte din kurmuş bütün büyük adamalar, Peygamberler, Veliler, Ermişler ya Şizofren, ya da Şizotipaldir. Bunlara Charles Darwin, Karl Marks ve Hans Asperger’in kendisi de dâhildir.
Gene de, daha önceki makalelerimde de belirttiğim üzere, bu iddiayı çok abartılı buluyorum ve kendi geliştirdiğim Assosiyatif Dissosiyasyonlar Teorisi uyarınca, İsa, Musa, Buddha, Konfüçyüs, Muhammed ve daha nice seçkin Psişeye sâhip insanların, aslında A Kümesi özellikler gösteren, Âkıl (çok akıllı), Hikmet sâhibi kişiler olduğu kanaatimi koruyorum. Pek çok bilimsel platformda, derslerimde ve Ulusal Kongrelerde bu görüşlerimi dile getirdim. Hiçbir bilim adamından itiraz gelmedi. Onlar da insandı ve mutlaka bu fenomenlerin bir izahı olmalı. Meselâ Muhammed için çok sık olarak “epileptik” derler. Bence hepsi (vahiyler) tamamen dissosiyatifti ve hepsi de Olaya Bağlı (event - related) ortaya çıkan, Ego’ya yabancı, Maddî - Manevî acı veren yaşantılardı. Devesindeyse ondan iniyor, evindeyse uzanıyor ve vahiy yaşantısı bitinceye kadar da ıstırap çekiyordu. Hayatı oldukça iyi bilinen insandır İslâm’ın Peygamberi. Günümüzdeki birtakım benzeri iddialarla ortaya çıkanlardan çok farklı olarak da, bir gün “bitti” dedi ve kesildi. İsa, Musa, hiç vahiy almayan Buddha… da derin meditasyon içerisindeyken, birer “İlâhî Vecit ve Hipnotik Trans” içindeyken bunları yaşamışlardı bence. Çünkü böyle bir epilepsi türü olsa olsa Temporo-Limbik olandır (TLE). TLE’deki hallüsinasyonlar tekrarlayıcıdır ve kişi hep aynı şeyi tekrarlar. Meselâ böyle bir hasta vardı: Her nöbet geldiğinde, ilk gördüğü şeyi içiyordu, sonra da küfrü basıyordu. Muhtemelen amigdalaya kadar inen bir biyo-elektrik deşarj yaşamaktaydı. Böyle epilepsi dünya tarihinde görülmemiştir. Yaşananlar Dissosiyatif Trans Hâlleriydi ve “bir assosiyasyonla sonuçlandıkları için de, delilik veya Bozukluk belirtisi değirdiler”.
Marks ve Engels’in ütopyaları da, gene Şizotipal olduğunu düşündüğüm Hegel’den alınarak tersyüz edilmiş birer dinden başka nedir ki? Eflatun (Platon) ve Sokrates’in de bu gruptan olduklarını, daha doğrusu hemen bütün filozofların böyle olduklarını düşünmekteyim. Sanırım, hayatında hiçbir kongreye dahi iştirak etmemiş olan E. Kant’ta kombine A ve C Kümesi özellikleri varmış: Aseksüel ama aşırı dakik yaşamış büyük filozofun sokaktan geçtiği zamanlar, esnaf saatini ayarlarmış. Keza Sokrates de “evleniniz efendiler; karınız iyi çıkarsa mutlu, yoksa filozof olursunuz” diyen adamdır ve ünlü Savunmasında, günümüz politikacıları için de büyük hikmetlerden söz etmiştir…
Karl Popper’in bile en azıdan Şizotipal Çizgiler taşıdığını düşünmekteyim. Jean-Paul Sartre, Martin Heidegger, Anton Schopenhauer, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Friedrich Wilhelm Nistzsche… Hep böyle adamlardı diye kanaatindeyim. Nistzsche zaten Frengiden vefat etmişti ve arada genelevlere gitmişse de, muhtemelen bu illeti de bir homoseksüel ilişkiden kapmıştı.
-Ağır Şizoidler genellikle asosyaldir ve hemen hiç arkadaşları, dostları yoktur. Monoton, belli alışkanlıklarını hiç bozmadan sürdürdükleri, izole bir hayatları olur. Birkaç alan hâricinde pek bir şeyle ilgilenmezler. Yüksek zekâsı olanlarda depresyon, intihar veya varoluşsal sorgulamanın aşırıya kaçması tipiktir ve eğer intihar etmezlerse, filozof olurlar. Cinsel ilgileri de genellikle azdır, olursa da en kolay hedef olan hemcinslerini veya fahişeleri tercih edebilirler. Zâten homoseksüaliteyle filozofik yaratıcılık arasında ilginç bir bağ da var. Leonardo di ser Piero da Vinci (kısaca Leonardo da Vinci) buna güzel bir örnektir. Çırağı ve hizmetkârı Gian Giacomo Caprotti de Oreno ile çok sâdıkane bir ilişkiyi sürdürmüş. Başkalarıyla tensel temas kurmaktan hiç hazzetmez, çok az uyur ve hep çalışırmış. “Üreme faaliyeti ve bununla bağlantılı olan her şey o kadar iğrençtir ki, insanlar hoş yüzler ve duygusal eğilimler de olmasa kısa sürede yok olacaktır” demesi mânidar değil midir? Belli ki heteroseksüaliteden nefret derecesinde hoşlanmamıştı. Ha, tabii ki her filozof böyle değildi kuşkusuz ama dikkat çekici bir bağlantı değil mi (her ne kadar, kendisi panseksüel olan Freud kendisinin “erkek frijiditesi vakası olduğunu” düşünmüşse de)?
Şizotipal Kişilikli İnsanlar:
-Bunlar sıra dışı büyüsel inançlara ve garip davranışlara sâhiptirler. Bol bâtıl itikatları vardır. Dinsel ve politik sektleri kurabilirler. Her mevsimde Ortaköy ve Bodrum’da, Marmaris’te, yurtdışındaki benzeri tatil yörelerinde görebilirsiniz. Garip inançları, acayip düşünceleri vardır. Ruh çağırırlar, reenkarnasyonla, ispritizmayla ve tabiatüstü ne varsa onlarla ilgilenirler. Hippie Kültü (kültürü demek zor; Hollanda’da bir bölgede ve ABD’de pek az yerde hâlâ mevcutlar. Grup seksi, uyuşturucu, her türlü sapkınlık bunlar için makbuldür) buna bir örnektir. Tibet’te hâlâ Poliandri (bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi / yaşaması) var. İşlevsel erkek bulamayan kadınlar, ortadaki sıradan bekârlarla evlenmek zorunda kalmaktalar. Rahiplerin hemen hepsi bu gruptandır, yâni Şizotipaldir. Daha doğrusu, yoğun dinsel ve mistik uğraşları olan, mistik yaratıcılıktan nasip almış, alan ve alacak hemen herkes bu gruptandır desek yanılmayız. Üstelik “kutsal olana ulaşabilmek” amacıyla bol miktarda uyuşturucu veya uyarıcı madde de kullanırlar
-Paranoidler
Bunların Paranoid (Hezeyanlı) Bozukluklardan ve Paranoid Şizofreniden tek ciddi farkları, ömür boyu böyle yaşamalarıdır. Stres (zorlanma) dönemlerinde geçici olarak psikotikleşirler, sonra temel işlevselliklerine dönerler.
Genellikle Şizoid olanlarda hem Paranoid, hem de Şizotipal belirtilere rastlanır. Ağır A kümesi kişilik örüntüleri ile C Kümesi çok kolay iç içe girer (Şizo-Obsesifler: eski ismiyle Psikastenikler bu gruptandır: OKB + Fobiler + Paranoid boyuta varan takıntılar vs.).
Çok büyük yaratıcıların bulunduğu gruptan olan bu insanların bilhassa kendisi psikiyatr olanları çok sıkını yaşar ve yaşatırlar.
B KÜMESİ
-Orta yaşlı bir hanım vardı. Çok da sigara içerdi. Zamanında tecavüze de uğramıştı ve illaki bunu ifşa etmek istiyordu. “Yapma, etme” dememe rağmen yaptı ama rahatladı mı? Hayır. Daha kötü oldu ve fırtınalı bir aşk hayatına başladı. Erkekleri âşık edip, sonra da popolarının üzerine düşürmekten büyük bir haz duyardı. İntihar eğilimleri yoğun olduğu için bir kere hastaneye yatırmak mecburiyetinde kaldım. Oradaki görüşmelerimizde kendisinden aslında nefret ettiğini, annesine karşı duyduğu suçluluk duygularını asla unutamayacağını ama tevekküle sığınıp, kendisini işine vermekten de başka çaresi olmadığını anlatmıştı. Daha sonra bana tipik ağır Paranoid Kişilik Bozukluğuna eklenmiş ciddi Depresyonu da olan bir erkek akrabasını yolladı. Üstü başı perişan, kendine bakımı ve ilgisi son derecede bozuk olan bu hastada intihar düşünceleri de mevcuttu bu genç adamın. O hâliyle evine yollayamazdım çünkü hele o yaşta, yapacak oldu mu, kimse engel olamazdı. Antipsikotik ve antidepresan başlayıp, Bilişsel Davranışçı Terapi başladım. Sürekli olarak karşı çıkıcı bir davranışı vardı ve kendisinden hiçbir yakınması yoktu. Yoktu da, bitlenmiş saçlarındaki sirkeleri ayıklayabilmek için, personel saçlarını bahçe makasıyla zor kesmiş ve defalarca yıkamıştı. Antik metinlerdeki Musa’ya benzer bir görünümde dolaşıp duruyordu. Hiç içgörüsü yoktu ve yasal olarak da zorla kendisini alıkoyamazdım. Çok ısrar edince, elinden imzalı kâğıt alarak taburcu ettim ama o dönem yaptığım şey ne kadar doğruymuş ki, hâlâ hayatta ve ortalarda sersefil de olsa, geziniyor. İşte, aşağıda bahsedeceğim kişilik sorunu tipikti…
-Sınırda (Borderline) Kişilik:
-Uzun süre bana tedavi için gelen bir karıkoca vardı ve kadının nörotik gibi gözüken yakınmaları bitmek bilmiyordu. Kocası hani onun kuklası tabiri caizse, emir eri gibi olmuştu ve ne söylese tasdik ediyordu. Hipnozla travma dolu geçmişini düzelttim, uğramış olduğunu anlattığı cinsel ve fiziksel tacizleri katartik (yeniden yaşattırarak açığa çıkarmak) yöntemle boşalttım. Tabii, bunlarda Fantastik Masallar Uydurma diyebileceğimiz “psödologia fantastika” da sık görüldüğü için, hâlâ anlattıklarından pek emin değilim. Her neyse, POLİMED’e son gelişlerinde, yanımda bir eski asistanım da mevcuttu, benden tedaviyi bir kâğıda yazmamı istediler. Ben de buna ikna olmadım. Gidecekleri hekim talep ederse yazabileceğimi söyledim. Kadın âdeta galeyana geldi ve nerdeyse üzerime atlayacaktı. Aklı başında bir insan olan kocası da şaşırmıştı ve karısını sakinleştirdi. Ben de, asistanımın şâhitliği altında, sâdece teşhisi bir pusulaya yazdım ve verdim. Vay ki vay, hızlarını alamadıkları gibi, beni kalkıp Tabip Odası’na şikâyet ettiler. İşimi en doğru şekilde yapmışım, teşhisi de yazmışım ve epikrizi de sonraya, talep üzerine yazmak üzere kendime vakit kazanmışım onlara da kazandırmıştım. Sınırda Kişilik Bozukluğu teşhisinin kayıtlara geçmesini bu insanlarda istemezlerdi sanırım. Peki, ne mi oldu? Tabii ki aklandım ama gerekli gereksiz bir sürü yazışma ve faksla uğraşmak zorunda kaldım. Sınırda Kişilik Vakalarında da Karabatak Sendromuna rastlıyoruz.
Sharon Stone’un oynadığı meşhur Öldüren Cazibe filmi bunlar için güzel bir örnektir. Bugüne kadar herhalde binden epey fazla böyle hasta gördüm ve terapileri pek zordur çünkü kolayca “baştan çıkarıcı” ve “flörtöz” davranabilirler.
dth":"400","height":"300
-Histriyonikleri tanımak çok kolaydır.
Bunlar seksten başka her şeyi seksüalize ederler ve bir Borderline ile son derecede ayaklarınızı yerden kesen bir aşk yaşayabilirsiniz; Histriyonikler ise genellikle “gösterip de vermeyen” tarzındadır. Bir partide veya resepsiyonda abartılı kırmızı makyajı, süper mini eteği, yırtmaçlı derin meme dekolteli esvabı, iç gıcıklayıcı parfümü ve şuh kahkahaları ile erkekleri etrafına toplamış, yüzeysel takılarak herkese mavi boncuk dağıtan bir kadındır manzara. Eğer arzu ettikleri olmazsa, “Histeroid disfori: Reddedilmeye Karşı Aşırı Duyarlılık” göstermeleri tipiktir. Erkeklerde de benzeri şeyler görülür ama daha azdır. Genellikle derinlikleri yoktur ve bütün B Kümesi gibi, bunlar da “splitter” yâni akçı karacıdır. Grileri yoktur! Yâni eş seçerken B Kümesi Kişilik Bozukluğu olanlardan (genel olarak Bozukluk boyutunda olan hepsinden) kaçınınız. Kişilik Çizgileri (traits) ise hepimizde mutlaka vardır. Bozuklukla çizgiyi ayırt eden şey tamamen işlevsellik derecesidir. Zaten, Evrimsel Açıdan, erkek cinsiyeti Anisosyallikle, Dişilik ise Histriyoniklikle ilintilidir. Bu da türün devamı için olmazsa olmaz (sine qua non) bir temeldir.
-Antisosyaller de yasaların suç, ahlâkın ayıp, dinleri günah olarak gördüğü her şeyi yapabilirler. Yalnız, erkeklerde kadınlardan yaklaşık 3 misli fazla rastlanan bu tablonun asla asosyallikle karıştırılmaması gerekir. Pek çok megalomanyak lider, politikacı, iş adamı, devlet adamı, patron ve nitelikli dolandırıcı… hep antisoyallerden çıkmıştır. Bunlar ilk anlarda çok kandırıcı, parlak ve göz kamaştırıcı şekilde davranabilirler. Buna kanıp da tuzağa düşerseniz, mahvoldunuz demektir. Başınıza gelmeyecek belâ yok demektir. Hitler, Mussolini, Stalin, Lenin, İdi Âmin ve daha nice insanlık suçu işlemiş liderde bunu görürsünüz. Dekompanse bir narsisizmleri de vardır. Bunlarda genellikle, daha önceki makalelerimde bahsettiğim Hubris Sendromu da görülür.
C KÜMESİ
Bağımlı, Pasif Agresif (tartışmalı ama kesinlikle var), Kaçıngan, Anankastik (Obsesif Kompulsif) örüntülerin olduğu grup.
-Bağımlı Kişilik: Kocasının sözünden hiç çıkmayan, bu sebeple de bir türlü hiçbir konuda akılcı kararlar veremeyen bir tıp asistanı vardı. Senelerce tezini veremedi ama bu arada eşi profesör olmuştu. Ne zamanki boşandılar ve özgürlüğüne kavuştu, nihayet ihtisasını bitirdi ve yeni ilişkiler peşinde şimdilerde… Kocası olmadığında, gelen misafirler bir şey sorduğunda dahi şiddetli anksiyete yaşardı. Gene böyle bir evli çift gelmişti; kadın kocasının ağzına bakıyor, adam ise sâhibi olduğu kuaför merkezinde çapkınlık yapıp duruyordu. Bütün bunları sineye çeken kadın, gıkını çıkarmadan onunla yaşıyordu. Çiftler Terapisi için geldiklerinde âdeta “tekerin çomağına taş soktum” ve simbiyozislerini (ortak-hayat) bozup, kadının hür iradesini kullanacağı tavsiyelerde bulundum. Bir süre sonra, tam bir “acting out” ile kocasını boşayan kadın, bu sefer hızlı bir çapkın oldu ama hemen akabinde de ağır depresyona girdi. Hemen Venlafaksin (Efexor: Yeni nesil, güçlü bir triaminoerjik antidepresan) ve Bilişsel Davranışçı Terapi başladım, birkaç ay sonra şiddetli bir Mani Epizodu ile geldi ve derhâl kocasına dönmek istediğini söyleyerek sürekli ağlıyordu (Karma Mani). Kocası lütfedip tekrar evlendikten sonra “remoralize oldu” ve tepkisel olarak gelişen Mani de süratle düzeldi. Sonra ne mi oldu dersiniz? Koca aynı Bohem – Epiküryen hayata döndü ve kadına da parya (köle) muamelesi çeker oldu çünkü ağır bir Narsisistik Kişilik Bozukluğu vakasıydı. Karısının ilâçlarına ve terapisine karışıp, telefonla her dakika arayan bir tavır aldı. Bir süre sonra da, karısının ricalarına rağmen, psikiyatrik yardımı kestirip attı. Narsisistlerin öfkeleri çok yıkıcı olur!
-Kaçıngan Kişilik: Aynı asistanda bu belirtiler de çok belirgindi. Çok kırılgan bir Ego yapısı yoktu ama bağımlı olduğu nesne (ayrıldığı kocası) yanında olmadığı zamanlar, hiçbir kökten veya akılcı karar alamamıştı. Kuaförün karısındaki tablo da “kocasına biât eden, hiçbir şeyine karışmayan bir zavallı” konumuna düşmek olmuştu.
-Anankastik (Obsesif Kompulsif Kişilik ve Bozukluğu-OKKB):Her şeyi sürekli eleştiren, arabasını park ederken bile defalarca saydırtan bir hastam vardı. Aralıklı Patlayıcı Bozukluğu da bulunduğu ve güçlü kuvvetli bir erkek de olduğundan, karısını arada dövüp, sonra da pişmanlık duyuyordu. Sonunda kadının talebiyle boşandılar. Özünde çok yumuşak kalbi olmasına rağmen, adam o kadar yalnız kalmıştı ki, tek çocukları olan oğluna annesini tekrar kendisine döndürmek için yalvar yakar oldu. Daha ergenliği yeni bitiren oğlu pinpon topu gibi arada kalmıştı. Maddî sıkıntılar da ensesine binince epey yalnızlaştı ve Şeker Hastası da oldu. OKKB tablosuna Panik Bozukluğu ve Depresyon da eklendi. Terapilere düzensiz olarak devam ediyorlar, karısı başkasıyla da hiç olmadı ama onda da Distimia (Kronik Majör Depresyon: Müzmin Depresif Nöroz) gelişti.
-Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu: Bunların çoğu kadındır ve tipik olarak “vermezler”: Yatakta, sosyal hayatta, beşeri münasebetlerde… Surat asma, sürekli mıymıntılık edip muhataplarını bıktırma, hayatı yakınları azından etme çok tipiktir. Klasik bir espri vardır: Karısının sürekli başının, eklemlerinin ağrımasında bıkmış olan Koca bir gün beklenmedik bir anda evine telefon eder ve karısı da “iyiyim, sağ ol” deme gafletinde(!) bulunur. Kocanın cevabı tipiktir: Aç şarabı ve en baştan çıkartıcı şekilde giyin. Şimdi eve geliyorum”!
BAŞKA TÜRLÜ ADLANDIRILAMAYAN KİŞİLİK BOZUKLUKLARI
Kendine Zulmedici, Sadistik ve diğer hepsinden nasibi olanlar bu grupta toplanır.
Gençliğimde böyle bir kız tanımıştım. İyi bir tahsili vardı ama nedense “fırça yemekten” müthiş keyif alırdı. Meselâ Belediye otobüsüne mi binerdi, mutlaka ters kapıdan inmeye kalkar ve şoförden azar işitince de memnun olurdu.
Sadistik Kişilik Bozukluğu olanlar arasında sırf Cinsel Sadizm yoktur. “Sıfırcı hocalar, takıp da illâki sınavlarda çaktıranlar” gibi “Entellektüel Sadistler” de o kadar fazladır ki.
PSİKOZLAR
Uzun uzun hepsini anlatıp da sizi sıkacak değilim; diğer makalelerimde bunlar var.
-Psikotik Hastalarda, ilke olarak, hasta hastalığının farkında değildir. İçgörü ya hiç yoktur, ya da zaman zaman bilişsel anlamda ortaya çıkabilir ama tam (emosyonel) içgörü, ilke olarak söz konusu olmaz.
Örnekler: Karadenizli bir hastam vardı ve dört başı mamur bir şizofrendi. Zamanında homoseksüel yaşantıları da olmuştu ama herhangi bir pişmanlık emaresi göstermemişti hiçbir zaman. İlkokul öğretmeniydi ve boylu poslu, yakışıklı da bir genç adamdı. Zamanla, ilaçlarını kendi arzusuyla tamamen kesti ve evlendi, iki de çocuğu oldu. “Uşakları” bana göstermek için ziyaretime geldiğinde tam şifa hâlindeydi ve “hap da yutmak” istemiyordu. Sanırım hâlen de iyi durumdadır çünkü gelmiyorlar.
Akut Çocukluk Şizofrenisi teşhisiyle takibe aldığımız bir kızımız vardır; 13 yaşında geldiğinde, bütün Schneider Belirtileri mevcuttu (gaipten ses işitme, düşünce yayınlanması, takip edilme, telepati, kafasının içinde birden fazla sesin yüksek sesle konuşması, kendisini yargılayan konuşmalar işitme, takip edilme, acayip yabancılaşma yaşantıları -djà vu, jamais vu gibi- vs.) hep vardı. Yoğun antişizofrenik ilâçlar ve psikoterapi başladık. Bir sene içerisinde tamamen düzeldi ve pek de güzel bir genç kız oldu. Bilhassa annesinin ısrarıyla ve babasının da teyidiyle ilaçlarını azaltarak kestik. Bırakın bir nüksetmeyi veya kötüleşmeyi, tamamen şifa buldu ve kendi atı var, ona binmekte. Yurtdışında master yapmaya gitti bu yakınlarda. Son teşhisimiz Psikotik Özellikli Bipolar 1 Bozukluk oldu. Boyle hastalarda doğru teşhisin konması bâzen 10 seneyi geçer. Bu sebeple, karşımıza dört başı mamur “delilik: psikoz” tablosuyla gelen her hastaya bey danışana, önce Manik Depresif (Bipolar) olma hakkını tanımamız şarttır.
Nitekim bir zamanlar Cerrahpaşa’da aynı serviste iki Peygamber, bir de Allah vardı (bu örneği talebelerim hatırlayacak, öğrencilerim ise anımsayacaktır) ve o zamanki paradigma öyle olduğu için, hepsine de Şizofren deyip çıkmıştık. Hâlbuki bu adamlar servisin sevgilisi olmuşlardı ve tavla oynarken etrafı gülmekten kırıp geçiriyorlardı. Hemşireler, hastabakıcılar, hademeler ve bütün diğer personelin sevgilisi olmuşlardı. Bir gün vizitte Peygamberlerden(!) birine sordum: “Dün yeni vahiy aldın mı”? Kahkahalar içerisinde “Evet, tam da…” diye anlatacaktı ki, Allah olan seslendi: “Yalan söylüyor p….nk Hocam, ona hiçbir şey söylemedim”! Bu öbür Peygamber de teyit etti ve herkes gülmekten çatlıyordu. Eh, 2015 itibariyle düşünüyorum da, bu insanlar katiyetle Şizofren değillerdi. Neden mi: 1) Keyifleri bulaşıcıydı, 2) En yüksek Ego Savunmalarından olan Mizah (humor) ve kendiyle dalga geçebilme yeteneğini kullanıyorlardı, İçgörüleri yoktu, o başka. Nitekim hemen hepsi de hem Şizofrenide hem de Bipolar Bozuklukta iyi gelen antipsikotiklerin yanı sıra, özellikle o zamanlar akıl edip de verdiğimiz Duygudurum Dengeleyicilerinden (DDD: Lityum, Valproat, Depakin vs.) fayda görmüşlerdi. O zamanlar Topiramat yoktu daha; hani şu kilo da verdirten DDD…
Temaruz (Malingering, Numara Yapma) Vakaları ise gerçekten sıkıntı veren kişilerdir ve her şeyin taklidini yaparak, hekime zor anlar yaşatmaktan âdeta hoşlanırlar. Her bir şeyin bilincindedirler ve hesaplı, kitaplı davranırlar.
Örnekler: Böyle “sözüm ona hastalara” askerlikte, yatılı okullarda, temerküz kamplarında, hapishânelerde ve bizatihi tımarhânelerde çok rastlanır. Bir insanın akıl hastası olması, numara yapmayacağı anlamına asla gelmez. Gene de en tipik vakalar askerlikte görülür. Arkadaşları düşmanla vatanları için cansiperane vuruşurken, sır nöbete kalmamak veya vardiyaya çıkmamak için hasta numarası yapabilirler, komaya girmiş gibi yapabilirler. Bir kısmı tebeşir tozu içerek vücut ısılarının yükselmesini dahi sağlarlar. Diyarbakır’da gördüğüm bir Antisosyal er bu işin şahikasını sergilemişti: Bilerek kaynatılmamış, pisliğe bulaşmış su içip, Amipli Dizanteri olmuştu. Evine gidip anasının bakımı için yalvarıyordu ama unuttuğu bir şey vardı… Sabah akşam 500 mg Biteral (orinidazol) içince, bu meret ertesi gün geçer! Eh, ben de personelin gözü önünde hapı utturttum, sadece bir günlük revir istirahati verdim, kontrole çağırdım ve bir daha buna tenezzül ederse ve Poliklinik Defterine de “Temaruz” yazarsam, o askerliğin bitmeyeceğini anlattım. Bir daha gelmediler bu tipler!
(Devamı gelecek)