M. Kerem Doksat | 22 Şubat 2015 Pazar | 5350 |
Cerrahpaşa’da çalıştığımı uzun seneler boyunca hiçbir hastama kartvizitimi verdirmemişidir. Tam aksi çok vakidir ve muhtaç duruma düşen, bir ilâç firması çalışanının getirdiği veya benzeri pek çok kişiyi hep kliniğe davet etmiş ve beş kuruş almaksızın, üste cepten vermek de dâhil, masraflarını cebimden karşılamışımdır.
Hâlâ unutmadığım bir ana kız vardı ve ilişi de bilâ istisna, kesinlikle şizofrendiler. O zamanlar şizofrene “Şizofren”, Bipolarlara da “Manik Depresif” derdik.
Levent Kayaalp de doçentliğini alıp, Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Başkanı olmuştu. Arada alt kata inerdik. Şimdilerde Profesör olan Nahit Moldavallı Mukaddes de gelir, beraber sınavlara girerdik.
Anne üniversiteyi bitirememiş ve terk etmek zorunda kalmıştı, o zamanlar hemen her gün medyada boy gösteriyordum. Hem yazılı hem de TV programlarının popüler isimleri arasındaydım Sevgili Esra Ceyhan’la da HBB televizyonunda tanışmıştık ve ilk canlı yayında, iki saati aşkın aşk konusunu konuşmuştuk). Şimdilerde olduğu gibi bir ekonomik kriz filân da yoktu ve bâzen günde on – on beş hasta muayenehâneme gelirdi. Hattâ “bana 100 Marklık Adam” diye takılan bâzı hocalar bile vardı. Şimdilerde sâdece USD ve Avro var! Onların bir kısmı hâlen hayatta, bâzıları ise ya vefat etti, ya da ben izlerini kaybettim. Özcan Köknel Hoca da hayatta şükür ki…
Çünkü o zamanlar Mark hâlâ mevcuttu ve parayı ona göre hesap ederek, peşin alırdım gene.
Gene o zamanlar, evimden ta oralara gitmekten hiç yüksünmezdim ve en büyük keyiflerim arasında da poliklinikte hizmet vermek, asistanları ve bir kısım şimdilerde hoca olmuş zevatı toplayarak hasta tartışmaları yapmaktı Sevgili Ayten Erdoğan, şimdilerde Beykent’e transfer ettiğimiz ama Sedat Özkan Hoca ile de çalışarak koşuşturan Samuray Özdemir, Murat Emül (o zamanlar mütevazıydı ve bana “Allah sizi başımızdan eksik etmesin hocam” derdi, ismi Emil Kraepelin’e çok benzediği için de de Emül Kraepelin” diye takılırdık…) hâlâ da kendisine kızgın değilim. Fuat Beşkardeş (bizim Gezgin doc rumuzlu şeker eski asistanımız) de dâhil gibi nice isimler bunların arasındaydı...
Müfit Uğur, Alaattin Hoca hep profesör olmuştu. Musa Tosun da öyle. Musa Ağabey eski Ülkücü tabanlıdır ve hiçbir zaman aşırıya kaçmamıştır. Daha sonraları, Mustafa Kemal Sayar’la beraber, bir süre muayenehanesinden fedakârlık ederek, Bakırköy’de Başhekimlik yapmıştır.
Alkol – Madde – Bağımlılık – Birimi’ni ilk kurduğunda ki kısaltma AMBETÜ gibi bir şey olduğu için, epey takılmıştık kendisine… 2003 ilâ 2005’te Başhekimlik yaptı.
Gene iç unutamadığım ve günümüzde dahi algoritmasını uyguladığım Nedim Zenbilci de hayattaydı. Nöroloji’deki EEG odasında toplanı ve “evlâdım, şimdi dinleyin. Şu sırayla soracaksınız: Bu kişinin derdi genel tıbbı mı ilgilendirir, yoksa nöropsikiyatriyi mi. Eğer öyle ise, öncelikle psikiyatriyi mi yoksa nörolojik mi” diye. Geçen gün Sevgili Aksel Siva bahsetti. O da aynı minval üzere MS, Baş Ağrısı, Nöro-onkoloji polikliniğini topluyor ve aynı silsile-i mantıkla sürdürüyormuş vaka tartışmalarını…
Hattâ ikinci kattaki demir sütunlarla dolu odam benim için âdeta kutsaldı ve hemen bütün çalışanlar orada toplanı ve vaka tartışmalarını da orada yapardık. Orası bir yandan da Adlî Psikiyatri Bilim Dalı’nın merkeziydi ve orada da transseksüellik için, biseksüalite için muayeneye gelen herkese bakılır ve imkânı olmayandan da, Anabilim Başkanından izin akmak kaydıyla, ücretsiz bakılırdı. Mert Savrun henüz doçent olmamıştı ve klinikteki toplantılara kenardan sessizce iştirak ederdi. Sonradan Adlî Tıp’ta çalışacaktı bir süre ve pek de haklı sebeplerle ayrılacaktı. Karısı Feray da yeni nöroloji uzmanı olmuştu. Şimdi Profesör. Gene Profesör Dr. İbrahim Balcıoğlu da Ankara’dan nokta tayini ile gelmişti ve meşhur “zenci beyaz, değerli değersiz, önemli önemsiz” ayrımlarını yaparak hepimizi kahkahalara boğardı. Bulancaklı ve Ülkücü tabanlıdır. Hacettepe’nin efsanevi kurucusu, zamanında pederimin de çok takıştığı Profesör İhsan Doğramacı’nın özel hekimiymiş. Uzmanlığını Ankara Tıp Fakütesi’nde, Sevgili Ağabeyim ve Hocam Yıldırım Beyatlı Doğan’ın yardımıyla almıştır.
Rektörümüz de, sonradan epey Silivri’de kahır çekecek olan Kemal Alemdaroğlu idi.
Günsel Koptagel İlâl de gelirdi ve hepimiz ayağa kalkardık. Hiyerarşiyi çok sıkı korurdu Ertaç Ağabeyim. Gökhan Oral ve Berrak Ciğeroğlu ile beraber Balint Grubu toplantıları yaparlardı. Bu toplantılarda tek tük kafadan atma hasta örnekleri de sundukları olurdu ama genellikle gerçek hastalar üzerinden analiz yapılırdı. Günsel Hanım da, Ömer Tuncer Hoca ile tam avluya bakan odada oturur, saatlerce gençlik hâtıralarını anlatırdı. Ana oğul gibi bağlıydılar birbirlerine...
Günsel Hanım hayatta ve müstehzi bir mizacı vardır. Pederimin yerine onu almıştı Ayhan Hoca ama sonradan pek çok üzücü şey de olmuştu. Hattâ eşyalarını kapının önüne attırmış, sonra da, mukabele-i bir misil misâli, kendininkileri yerde bulmuştu! Pederime de “sen eski Yunan ilâhlarına benzersin” diye takılırmış meğer kendisi anlatmıştı bir kongrede…
Adnan Ziyalar Hoca da hâlen hayatta, kızı Nalan benim Adlî Tıp’ta “Cinsel Sapmalar” dersimde öğrencim olmuştu. Nişantaşı’nda, evde hasta görmekteymiş. O zamanlar Sevgili Dostum ve Meslekdaşım Oğuz Polat daha başkan olmamıştı. Sayın Profesör Sevil Atasoy vardı kurumun başında…
Şimdilerde Nörolog Prof. Dr. Dursun Kırbaş başta. Önceden Merhum Ayhan Hoca da burada başkanlık yapmıştı.
Şimdilerde, Ayhan Hoca’nın muayenehânesini Uz. Dr Zekeriya Kökrek idame ettirmekte ve enstitü hâline getirdi. Çok da iyi yaptı bence; çünkü böyle eski hocaların isimlerinin hiç unutulmaması gerekir. İkinci kattaki toplantı odasının adı da ona hasredilmiştir. Reyhan Hanım da hayattaydı o zamanlar. Muayenehanelerinde beraber hasta görürlerdi.
Hiç unutamam o anneyle kızı, isim vermeyeceğim tabii ki. Kadıncağız üniversiteyi terk etmek zorunda kalmıştı çünkü maddî imkânları sıfırlamıştı. Yoktu ödeyebileceği bir meblağ, canını mı alacaktım. Kızı da aynı teşhisle takibimdeydi.
Bir gün bir telefon geldi bir akrabalarından “sıfırı tüketmişlerdi” bu garibanlar, hemen hastaneye çağırdım ve ilaçlarını kendi odamda yazdım.
Hastalıklarının tabiatına pek de uygun olamayacak kadar şükrün dolu bir nazarla bakmışlardı bana ve “çok teşekkür ederiz Hocam, para pul kalmasa da, sizin bizi terk etmeyeceğinizi biliyorduk” dediler.
Anabilim Dalı Başkanı’ndan istirham ettim (sanırım Merhum Ertaç İlkay’dı, (onu da sigaraları ve Kanser aldı aramızdan) ve ücretsiz olarak takip edilmelerini sağladım. Gene Rahmetli Ayhan Songar Hoca ile nedense araları hiçbir zaman iyi gitmemişti. Muhterem lâkaplı Fevzi Samuk da gene hocaydı ve o da yeni profesör olmuştu. Bana nedense “Hz. İsa’nın psikolojisini anlatan makale yaz” derdi. Çok mütedeyyin bir adamdır ve sanırım muayenehânesi de Bakırköy’de şimdilerde…
Yeni Symposium dergisinin editörlüğünü de bana yeni tevdi ettiği zamanlardı (şimdilerde Literatür Symposium oldu adı). Ben de, yeni bir mütehassıs olarak, çok fazla çalışarak, evimi de epey ihmâl ederdim. Cânan pek küçüktü ve evdeki hastalara bakar, elinde pembe iskemlesiyle dolaşarak “size Tofranil mi vermiş babam, o kabızlık yapar ama” derdi. Üst Göztepe’de otururduk ve vapurla gider gelirdim (A 10 otobüsü, sonra da B5 miydi ne, boğaz vapurunu zor yakalardım).
Sevgili Dostum Tahir’le de o dönem, evde bu işlemi yaparken tanışmıştık (samimiyetimize vesile olan da Sevgili Kuzenim Murat Lâmi Akman’dı) ve Tahir de beni “ya bende hemofili varsa” diye işletmişti. Hâlâ da aynı muzipliğini korur ve iki tatlı kızın babası. Figen ve o da Cânan’ı kendi çocukları gibi severlerdi, eminim ki hâlen de değişen bir şey yoktur. Ev mahşer yeriydi gibiydi ve bir beyaz Renault arabam vardı. Cânan ona rumuz olarak pek bağlıydı, henüz Jaguar yoktu hayatımda ama Volvo markayla flörte başlamıştım. Birini alıp, üzerine ekleyerek yenisini satın alıyordum. Tırmandığım sosyo-ekonomik sınıfın icaplarıydı bunlar bence.
International Hospital’de hasta görmeye giderdim. Merhum Nedim Hoca, “Turgut Özal’ın hekimi” olarak tanınan pek sevdiğim Nöroşirurji Uzmanı Cengiz Aslan’la orada hasta görürdü. Hâlen de Nöro-Estetik diye bir merkezde icra-i tababet etmekte ve Nişantaşı’nda komşu sayılırız. O da sonrada kendi oğlunun beyim ameliyatına girmek gibi bir bahtsızlık yaşamıştır… Babam da pek takdir ederdi kendisini ve hasta paslaştıkları da olurdu. En son Atabek Ailesi’nin bir davetinde görüşebildik.
Neyse, dönelim hastalara…
Annede hafif derecede Tardif Diskinezi belirtileri de başlamıştı sanki ama hiç de şikâyetçi gibi değildiler. Kız ise suratındaki “ironi morbid” dediğimiz psikotik gülümsemeyle gelip gitmekteydi. İçgörüsü hiç yoktu annesininki ise tamdı ve “ben şizofrenim evlâdım” derdi bana.
Çağırdım personeli ve hemşireleri, tipik tutma pozisyonunda anneyi yatırıp, EKT’yi kendi ellerimle tatbik ettim. O zamanlar EKT’yi kendi ellerimizle yapardık, ev ev dolaşıp iyi para da kazanırdık. Hattâ Pederimin eski bir aletiyle de tatbik ederdik, Faradi için ise artık pek bir şey diyemeyeceğim ama bir TENS veya Akupunktur iğnesi batırarak, hafif dozla elektrik vererek hâlâ en ağır Konversiyonlular açılabilmekte. Hastaların ağzına burnuna kolonya tıkıştırmak veya tokat atmak gibi yöntemlere artık müracaat etmiyoruz.
Anne pek müteşekkirdi, kızı ise mütebessim ve “annemi sağlığına kavuşturdunuz Doktor Bey, minnettarız size” dedi. Gözlerim dolmuştu hafiften.
Kolay mıydı hem anasının hem de kızının bu mel'un hastalıktan mustarip olması.
Hele o zamanlar, şimdilerde olduğu gibi değil, bu meredin asla iyileşemeyeceğini de zannederdik. Çok sonradan bu değişti. Hattâ zamanlar şizofren zannettiğimiz pek çok kişinin aslında Psikotik Bipolar hastalar olduğunu biliyoruz günümüzde. Paradigma öyleydi o zamanlar.
İlâçlarını bizzat yazdım ve üzülmemelerini salık verdim çünkü asla kendimi düşünmek değildi ki amacım. Tek derdim inanlara yardımcı olmaktı. Nitekim öyle de oldu.
Anne ve kızı beraberce geldiler ve o zamanki odamda, üst kattaki, Sekreterlerden Ayşe ile çok gırgır hâtıralarımızın olduğu yerde gördüm. Neşe Pekpak da henüz bekârdı ve ikimizin odaları karşı karşıyaydı. Sonradan Kocabaşoğlu soyadını da aldı evlenince... Onunki ön kattaydı ve tam da avluya bakıyordu. Sevgili Mine Özmen de henüz taze uzmandı ve ilk evliliğini sürdürmekteydi. Şimdilerde o da muayenehânesine devam etmekte ve Sevgili Dostum Erol Özmen’le mutlu bir evlilik sürdürmekteler (o da cinsel terapide uzmandır)... Kuru fasulye muhabbetimize pek güleriz her konuşmamızda. Evlerinde ağırlamışlardı da… Oğlu, Oedipus Kompleksi varsa eğer, onun tipik numunesidir.
Benimki sol arka cenahta, arka taraftaydı. Neşe’ninki tam avluya bakardı.
Psikologlar da arı gibi çalışırdı. Psikologların bulunduğu mekân ise arkadaki, şimdilerde Başhekimliğin bulunduğu kısımdaydı. Şirin de bunlar arasındaydı ve henüz emekli olmamıştı. Aralarında bana ilk Rorschach testini ısrarla yapan Raşel diye bir Musevi arkadaş da mevcuttu…
Bu test sonucunda “adımı ‘tipik bir şizofren’ diye” anmaya başlamışlardı ki, Sevgili Dostum Reha Bayar onu “Kerem’in babası Recep Doksat, bu testi bilmez mi” diye ikaz etmişti. Eh, hâlâ da bana birisi bunu uygularsa, istediği teşhisi koyduracak kadar âşinalığım vardır. Hangi planşın neye delâlet ettiğini bildikten ve aradan altı ay geçmeden tekrar tatbik ederseniz, herkese kendinizi “şu veya bu hastalığı” var diye kandırabilirsiniz. Bilhassa renkli olanlara uygun cevapları vererek, psikoz veya kişilik bozukluğu” diye yutturmanız pek kolaydır. Daha fazla tüyo vermeyeyim ki, okuyanlar da aynı şeyi yapmasınlar.
Peder de hayattaydı henüz ama Nişantaşı’ndaki muayenehânemizde beraber hasta görmekteydik ve Anacığım da tek göz bir odada çamaşır yıkayarak ona yardımcı olurdu. Dilberler Mağazası’nın üst katındaydık ve 12 Eylül sonrasının sıkıntılı günlerindeydik. Pederim hâlâ Marmara purosunu tüttürür ve tez gözlü bir odada çile doldururduk. Ben bir yandan akupunktur yapar, bir yandan da psikiyatrik hastalara bakardım. O zamanlardan belliydi bu kadim tedavi yönteminin pek çok hastalıkta kullanılacağı Aslında hem Çin, hem de Uygur Türklerinin icadıdır…
Tahirler de, Bağdat Caddesi’ne paralel, 14 katlı bir apartmanda otururlardı ve sık sık görüşürdük ailecek. Henüz Neslim hayatıma girmemişti ama ilk izdivacım sürmekteydi.
Henüz o berbat deprem olmamıştı ve Türkiye Psikiyatri Derneği de kuruluş aşamasındaydı. Prof. Dr. Ayhan Arguner hayattaydı ve onun vizitlerinde de, daha asistanken, çok şey öğrenmiştim. Sonradan vefat edecekti…
Güneş ve Meral Kızıltan da yeni abayı yakmışlardı. Sanırım Meral Doçent, Güneş ise uzmandı.
Gerek Güneş, gerekse Meral EMG ve EEG konularında birer pirdir ikisi de. Ben de EEG’yi çok önemser ve kuşkulandığım her hastadan isterim. Bunun ehemmiyetini de gene Nedim Hoca’dan öğrenmiştik hepimiz. Prof. Dr. Naci Karaağaç, Prof. Dr. Naz Yeni, Prof. Dr. Erbil Gözükırmızı, Prof. Dr. Acar Baltaş… Hep ondan feyiz almışızdır.
qEEG’den pek anlamıyorum ama NP’de veya başka bir yerde yapılmış olanları tabii ki ciddiye alıyoruz Neslim’le beraber POLİMED’de.
Hâlâ da, Aksel’le beraber çalışıyorlar ama muyenehâneleri var mı, bilemiyorum.
Bu ana kızda da para söz konusu değildi. Sağlık Kurulu’ndan sorun olmaksızın rapor çıkarıldı; TD için de Meral beni kırmayarak botoks uyguladı.
Ana kızın yakınlarından birisi beni telefonla aradı bir gün ve “Kerem Bey, bunların hiç parası kalmadı, sâhip çıksanıza” dedi. İçimden” Hanımefendi, neden siz bunu yapmıyorsunuz da, topu bana atıyorsunuz” demek geçmedi desem yalan olur. İnsanlar sorumluluğu havale etmeyi pek severreler nedense.
Anne tamamen toparlandı ve Depo Nöroleptik Tedavisine aldım.
Kız ise asla tam düzelemedi ama hâlâ depo ilâçlarla hayatlarını idame ettirmekteler eminim ki.
Peki, kontrole geliyorlar mı?
Bize değil çünkü hayat çok pahalılaştı ama eminim ki Cerrahpaşa’daki poliklinikte takipleri iyi yapılıyordur.
Numan Konuk da şimdilerde Profesör, ablası da ilâhiyatçı, zarif bir hanımdır.
Neyse, anne tam şifa bulmuş gibiydi, kızı ise hep kısmî salâh (Parsiyel Remisyonda kaldı).
Günümüzde bu ilaçların bir kısmı ortadan kayboluyor, bâzısı bir anda piyasaya tekrar sürülüyor.
Daha sonra, en son yüz yüze görüşmemizde, ikisi de bana el salladılar ve bir daha görüşemedik.
Artık pek çok nöropsikiyatrik rahatsızlık başarıyla şifa olmasa da, salâh bulabiliyor. Dilerim bu böyle olmaya da devam edecektir çünkü her 100 ilâ 1000 kişiden birinde Şizofreni hâlâ mevcut.
Bipolarite %2 ilâ 30, hangi teşhis sistemini dikkate alıyorsanız.
Demem o ki, Vahşi Kapitalizm yüzünden ilâçlar bir ortaya çıkıp, pat diye kaybolmazsa, pek çok kişi daha çok fayda görecektir.
Ha, fundoskopik ve tam nörolojik muayeneyi de ihmâl etmiyoruz gerek duyulan hastalarda.
Lityum'a bağlı bir yalancı beyin ödemini başka nasıl anlayabiliriz ki?
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – Umut Dolu Zamanlar – 22.02.3015