M. Kerem Doksat | 25 Ağustos 2015 Salı | 6559 |
George Orwell, asıl ismiyle Eric Arthur Blair (d. 25 Haziran 1903 Bihar, ö. 21 Ocak 1950 Londra) 20. Yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır.
Bin Dokuzyüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zekâ, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir.
Orwell’in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji’nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma’da yerleşir.
***
Kısa bir süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapar. Bu memuriyet döneminde şâhit olduğu merhametsizce uygulamalar, sömürgeciliğe karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunur.
Gençlik döneminde Fransa’da bulunmuş, pek çok meslekte çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk eserlerini kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır.
***
İlk Eserleri
İlk romanı, otobiyografik olup olmadığı hâlen tartışma konusu olan Paris ve Londra'da Beş Parasız eseridir.
1933 yılında yayınlanmış olan bu eserde olaylar, ismi asla zikredilmeyen bir karakterin ağzından aktarılmaktadır. Eserin kahramanı Paris’te İngilizce kursu vermek üzere bulunan, öğrencilerinin dersleri türlü bahanelerle bırakmasından sonra ise işsiz ve meteliksiz kalan genç bir adamdır. Günler boyunca açlık çeken, sokakta sabahlayan, sonunda önce otel mutfağında, ardından da bir restoranın bulaşıkhânesinde iş bulan başkarakter, sonunda zihinsel engelli bir çocuğun eğitmenliğini üstlenerek Londra’ya gider.
Ne var ki talihsizlik ve yokluk, burada da peşini bırakmaz. İşvereni olan ailenin tatile çıktığını öğrenir, onların dönüşünü yersiz yurtsuz bir serseri olarak, yollarda aç bi-ilaç taban teperek, güçsüzlere ayrılmış yatakhanelerde sabahlayarak geçirmeye zorlanır.
***
Avrupa’nın iki büyük başkentini toplumun en alt basamağındaki bir kişinin gözünden betimleyen eserden sonra Burma Günleri (1934) ve pek fazla beğenilmeyen Papazın Kızı (1935) gelir.Orwell’in edebî hayatındaki ikinci kilometre taşı, daha sonra kaleme alacağı Daralma ile pek çok ortak noktası bulunan Keep the Aspidistra Flying (Zambak Solmasın) adlı romandır.
Bu eserde kendisinin de bir parçası olduğu, dar gelirli orta direğin hayatına ayna tutar; bu sınıfa mensup olanların hayatını adım adım kurutup mânâsızlaştıran, umutlarını ve hayallerini teker teker öldüren geçim derdine ve monotoniye isyan eder.
***
1937 yılında, maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan Wigan Pier Yolu’nu kaleme alır. Ne var ki yazıları, bu tarihten sonra bir süreliğine kesintiye uğrayacaktır; çünkü Güneyde, İspanya’da savaş davulları çalınmaya başlanmıştır.
***
İspanya İç Savaşı ve Orwell
Orwell, İspanya’da darbe girişiminde bulunan, Hitler ve Mussolini’nin de desteğini alan Franco’ya karşı çarpışacak gönüllülere katılarak İspanya'ya gider.
Savaşa dair anılarını daha sonra Katalonya’ya Selam adlı eserinde aktaracaktır.
Orwell’in vefatından ardından evrakı arasında bulunan notlarda İspanya’ya ilk gidişini şu şekilde anlatır: POUM milisine 1936 senesi sonunda katıldım. Bir başkasına değil de, bu milise katılmamın başlıca sebepleri şunlardı: İspanya’ya gitmeye gazete makalelerim için malzeme toplayabilmek amacıyla niyetlenmiştim. Bunun yanı sıra, eğer çarpışmaya değer gibi görünürse, belki de savaşırım diye muğlâk bir düşünce de vardı kafamda. Ne var ki hastalıklı bünyem ve nispeten az sayılabilecek askerî tecrübem hesaba katıldığında, savaşmak hususunda pek bir kuşkuluydum.
Gördükleri karşısında çok etkilenir: Darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler ve Anarko-sosyalistler İspanya’da yepyeni bir düzen kurmuş gibidir. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler sokaklardan çekilmiştir. Piyasadaki pek çok mal ihtiyaç sahiplerine parasız dağıtılmaktadır.
Yeni sistem sosyal hayatın her detayını etkilemektedir: Artık hiç kimse senyör gibi, karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telâffuz etmemektedir ve bahşiş bırakmak yasaktır.
Orwell bu sefer de cepheye gider, bir keskin nişancının attığı mermiyle gırtlağından vurulur. Ölümden kıl payı kurtularak cephe gerisine gönderilir ve İspanya’ya ilk geldiğinde gördüğü düzenin tamamen ortadan kaldırılmış olduğuna şahit olur.
Kanaatine göre bu durum sâdece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa’da zamansız bir sosyal devrim hareketinin başlamasını “faşizme karşı birleşik cephe” politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin’in (soykırımcı ve pedofili dâhil, her türlü sapkınlığın bulunduğu lider) de eseridir.
Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği (SSCB) ile yakın bağları bulunan İspanyol Komünist Partisi bir siyasî temizlik hareketine girişir. POUM (Marksist İşçi Birlik Partisi) yasadışı ilân edilir, yabancı uyruklu birçok asker tutuklanır veya -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kalır.
Aspidistra
1930’ların İngiltere toplumundaki sınıf atlama hasretini bir kara mizah ile eleştirmektedir. Aspidistra, sınıf atlama özentisi içindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür.
Bir reklam ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, Kapitalizmin yutturmacası, aldatması olarak gördüğü reklamcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu hayatından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır ama romanın beklenmedik sonunu yine sevgilisi yaratmaktadır.
Hayvan Çiftliği
İspanya’daki “ihanete uğramış devrim” tablosu Orwell’i derinden sarsmıştır. Ancak en meşhur eserleri olan Hayvan Çiftliği’nin ve 1984’ün sırf Stalin'i yermek için kaleme alındığını iddia etmek konuyu haddinden fazla basitleştirmek olacaktır.
***
Orwell yazarlığa başladığı günlerdeki çizgisinden sapmış değildir: Nasıl ki ilk eserleri kendi tecrübelerinden izler taşıyor, ancak her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri de işliyorsa; savaş sonrası eserleri de yalnızca Franco’nun, Hitler’in, Stalin’in dünyasını değil, bu despotları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır.
Hayvan Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl (öykünce: sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülerdir. İnsana ait bir özelliğin insan dışında bir varlığa verilmesidir. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve insanlar gibi davranır), kesilmekten, kırpılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sâhiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir.
***
Karakterler son derece sâde ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakâr at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hattâ serçeleri bütün hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir.
Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; ev sâhibi olmadıkları hâlde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hattâ bir değirmen inşa etmeyi bile başarırlar. Ne yazık ki zaferleri, yöneticiliğe soyunup gitgide insanlaşan domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkûmdur.
Romanın alt başlığı BİR PERİ MASALI’dır.
Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir elbette ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır.
Son Seneleri
Orwell’in ömrü, henüz kırk altı yaşındayken noktalanmıştır. Hayvan Çiftliği’nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddî sıkıntıları sona erse de, fakirlik günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açmıştır.
2. Dünya Harbi boyunca Observer gazetesinde çalışmıştır. 1945 yılında karısını başarısız bir ameliyat sonrasında kaybetmiş, ölümünden kısa bir süre önce yeniden evlenmiştir.
21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da hayata veda etmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmıştır.
Dinî görüşünün ne olduğu tartışmalı ama bir slutokrattı (feminizme önem verirdi) ve sanırım bir Tanrı inancı da vardı.
ABD’li ama Solcuydu üstelik!
Bir dönem CIA’a hizmet ettiği rivayeti de dolanır efsane olarak...
***
Dün bir kanalda Ahmet Özhan’la yapılan bir röportajı seyrettim. İpek Tuzcoğlu ile sohbet ediyorlardı… Hz. Muhammed’i tasvir eden bir filmin hakkında sohbet ettiler. İpek Hanım epey cüretkâr film sahnelerinde rol almış bir oyuncu…
***
Önce kendisiyle taban tabana zıt bir aktrisle, Hale Soygazi’yle yaptığı evlilik, boşanmaları, sonra da yeni bir hayata başlaması…
HAYATI
1960’lı yılların sonlarında İstanbul Belediye Konservatuarı ve Üsküdar Musıkî Cemiyeti’nde müzik eğitimini tamamlamış. İlk profesyonel sahne tecrübesini 1968 yılında Bebek Belediye Gazinosunda yaşamış.
Genç yaşta sahneye çıkan Ahmet Özhan 1970’li ve 1980’li yılların popüler Türk Müziği yorumcusu olarak tanınmış. İlerleyen yıllarda zamanın çeşitli üstadlarından birebir istifadeleri olmuş, bu arada plak çalışmalarının yanı sıra, sinema filmleri, TV dizileri, konserler ve radyo çalışmaları ile pek çok sanatkârane faaliyette yer almış.
***
Ahmet Özhan, popüler ve klasik Türk müziğinin yanı sıra, 80’li yılların başından itibaren tasavvuf müziği çalışmaları ile ülkesinde yeni bir akımın da öncüsü olmuştu.
Sanat hayatı boyunca, Türk Müziğinin popüler ve diğer alanlarında birçok ödül kazanmış, yurt içinde yüzlerce konserle ülke sanatına katkıda bulunmuş ve yine çeşitli ülkelerde katıldığı festivaller ve beş kıt’ada verdiği konserler vermiştir. Özhan, 1998 Yılında “Devlet Sanatçısı) “unvanı almıştır.
1981-1991 yılları arasında TRT İstanbul Radyosu’nda ses sanatçısı olarak görev yapmıştır.
Ahmet Özhan, 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Tarihî Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun kuruluşunda yer almış ve o tarihten beri bu topluluğun Kurucu Genel Sanat yönetmenliği görevini sürdürmektedir.
***
Topluluk, çalışmalarını Konya Mevlânâ İhtifalleri’nin (vefat edenleri anma) yanı sıra, İstanbul Festivali gibi faaliyetlerde verdiği klasik ve tasavvuf musikîsi konserleriyle sürdürmektedir.
Meşk ismini verdiği tasavvuf albümleri projesinin birincisini 2006 yılında çıkardığı Ramazan İlâhileri albümüyle başlatmıştır.
Mevlânâ’yı yâd etmek için Konya’da düzenlenen Şeb-i Aruz törenlerine de konuk sanatçı olarak katılmaktadır.
Hâlen Hatice Özhan ile evli olup, Özgül ve Özcan isimlerinde iki çocuk babasıdır.
Ayrıca Saray, Tekirdağ’da sıla sanatçılar sitesinde bir yazlığı vardır.
Müzik Doktorası
Ahmet Özhan'a 7 Nisan 2013 tarihinde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Senatosu tarafından Çanakkale Konservatuarı’nın teklifi ile fahrî doktora unvanı verilmiştir.
Ahmet Özhan, Üniversitenin bu alanda fahrî doktora verdiği ilk sanatçı olmuştur.
***
Ne alakası var Orwell’le Özhan’ın?
Sayın Ahmet Özhan’ın ilk karısı feministti, en önemlisi bu. Şimdiki ise tam bir Müslüman belli ki…
Ben kendisini ilk defa tekkelerinde gördüm.
Güçlü bir tarikattır.
http://www.haber7.com/unlulerin-dunyasi/haber/830729-cerrahi-tarikatinin-unlu-isimleri-kimler
-Sizden başka ünlü isimler de Cerrahi tarikatına bağlılar. Örneğin, Cem Yılmaz, Mazhar Alanson ve Ali Taran’la o toplantılarda görüşüyor musunuznbsp;
Çok nadir olarak görüyorum. Ben daha sık gitmeye çalışıyorum, musiki meşki açısından bir görevim var vakıfta. Orada meşklerde bulunma bir nevi hocalık gibi pozisyonum var. Cem’i doğru dürüst hatırlamıyorum, Mazhar’ı çok nadir de olsa ara sıra görürüm. Böyle bir yeri kim paylaşmak istemez ki?
-Yeriniz neredeydi?
Karagümrük’te...
-Tarikatlara bakış açınız nedir?
Tarikatlar bir ülkenin sosyokültürel yönetim biçimi içersinde belli hassasiyetleri sosyal olarak da algılar. Tarikat aslında birebir ilişkidir. Çoklukla ifade edilecek bir şey değildir. Mesela orada sizin ders aldığınız bir kemal (sâhibi) kişi vardır. Hadise sizinle onun arasındadır, bu toplumsal bir mesele değildir. Birebir içsel yolculuk eğitimidir.
-Türkiye'nin bu mekteplere ihtiyacı var mı?
İnsanın var. Bunu gözleyen bunu arayan dünyanın her yerinde birçok davranış biçimi vardır. Meksika’ya gidin, ister Hindistan’a gidin, nereye gidersiniz gidin insanların bir içsel yolculuk peşinde olduğunu görürsünüz. Bu bir insanın yaradılışında var olan bir ihtiyaçtır. Onun için herkesin iç dizaynını oluşturabilmek ve o doğrultuda hayatı yaşayabilmek, o algı içerisinde olabilmek adına herkese lazım olan içsel bir yolculuktur.
-Sizin fişlenmenizi isteyenlerin kim olduklarını biliyor musunuz?
Ben onlara o konjonktür içerisinde hak veriyorum. Görevini yapan insanlardır. ‘Tekkeler yasak, Ahmet derviş oldu’ diye bir yazı. “Derviş tekkede olur, tekke yasak bu dervişlik nedir, gel bakalım kardeşim sen” dese bir şey icap etmez. “Bu bir algıdır kültürdür”, dedim ben de. Ama kimse kılıma bile dokunmadı. Ne emniyetten, ne kimseden beni tedirgin ettiler. Ben samimiydim, temizdim ve saftım. Arkasında bir politik, ekonomik hiçbir bağlantımın olmadığı o kadar netti ki böyle bir insana kimse bir şey yapmaz. Nitekim yapılmadı da…
-Bir sohbetinizde, “muhteşem eserler üretenler var, ancak insan olarak çok eksikler” derken neyi kastettiniz?
“Bunu ben kendim yaptım, ben okudum, ben besteledim, ben buranın mimari projesini çizdim” derseniz çok da güzel bir iş yapmış olsanız da ‘ben’den dolayı o maksadı ortaya koymaz. Hâlbuki “bir bestekâr var, bir mimar başı var. Biz ona vekâleten, onun bizde tecelli eden esmâsının gücüyle bir takım şeyleri yapıyoruz” dediğimiz zaman onun dili, onun sesi dediğimizde global mânâda anlamlı olur. ‘Ben’ dediğimiz zaman o şirk olur.
-Peki, sanatçılardaki ‘Ben’lik duygusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben onlara kıyamıyorum ya. Onlar benim cici arkadaşlarım. Hiçbirine kıyamam. Hepsi benim canımın parçasıdır. Adnan Şenses hasta, Nilüferciğim de öyle, hepsine Allah şifa versin. Onlar kıymetli insanlardır. Aslında onu kastetmiyorlar. Benim arkadaşlarımla peynir ekmek yeseniz göreceksiniz onların ‘yok’ içinde olduklarını. Ama piyasada rekabet vardır, bu işin bir raconu vardır, o zaman laf olsun diye konuşurlar ama içlerinden başka güzellikler geçer. O arenada öyle konuşurlar, birbirlerine dikkat çekerler, o konuşmalar onlara ekstra iş olarak geri döner.
BENİM TEK DAVAM SEVDAM
-Mal, mülk, para, pul bizim maneviyatımızı kavramamızı ne kadar engelliyor dersiniz?
Eğer malı, mülkü, şanı, şöhreti, sağlığı, şunu, bunu olan şeyleri kendi nefsiniz, kendi bilimsel var. Cenabınızla değerlendiriyorsanız onlar geçicidir, bir gün eliniz boş kalır. Ve bunun sonu perişanlıktır.
-Sizin böyle bir derdiniz oldu mu?
Hayır, benim mal, mülk peşinde olmak gibi bir derdim olmadı. Benim tek davam sevda. Sevda peşinde bir adamım.
-Kanser hastalığı çok yayıldı. Hem sanat camiasında hem de çevremizde kansere yakalanan birçok insanın olduğunu görüyoruz, sizce bunun nedeni nedir?
Bugünkü sosyal donanımlarımız, yaşam biçimlerimiz, psikolojilerimiz bizi deforme ediyor. Birebir içsel arınışı hayatımıza taşımamız lazım. Âyet-i Kerime’de, “Onlar ki Allah dostlarıdır, onlar da hayıflanmak ve mahsun olmak yoktur” der. Ne yapacağız, Allah’la dost olmanın çarelerine bakacağız. Allah’la dost olunca hastalansan da “Veren O’dur” dersin. Maalesef düne kadar, ‘Allah’ demenin asosyal toplum dışına itilen insan olmakla eşdeğer, baskıcı jakoben bir dönem yaşandı.
(MKD: Ben bu jakoben tavsifinden hoşlanmadım nedense; yâni Ahmet Özhan Bey de mi Atatürk ilke ve inkılâplarına muhalif olmuş acaba)?
***
Şeyhleri Merhum Muzaffer Özak idi ve pek hakîm, nüktedan, sevimli bir zattı. Kaç kere Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları için hayır duası etiğini kendi kulaklarımla işittim.
Ömer Tuğrul İnançer’le sohbet edip meşke başlamaları sonradan oldu. Nedense o zatı hiç sevemedim ben.
Kadınların Çalışmasına Muhalif Olan ama Kızı İyi İşte Çalışan Sufî
Muazzam miktarda sigara içilirdi dergâhta ve ben de kenardan seyretmek üzere epey ayinlerine iştirak etmiştim.
***
Eniştem İhsan Koloğlu (avukat ve münevver bir insandı) ve Karısı Melahat Hanım (coğrafya öğretmeniydi), Babam, Annem, Çınar ve başka tanıdıklar giderdik oraya zaman zaman…
Muzaffer Bey’in pek hoş anıları vardı. Sık sık ABD’ye gidip pek çok Hıristiyan’ı İslam’la şereflendirirlerdi. Şeker Hastası olduğu için de yanakları pembeydi ve şarap içtiğini sananlar olurdu. Tek iptilası sigaraydı aslında.
Bir gün bir ABD’li gazeteci sormuş: “Siz gelip kiliselerimizde ibadetinizi sergiliyor ve pek çok kişiyi İslam’a çekiyorsunuz. Biz gelip sizin dergâhta veya bir câmide aynı şeyi yapmak istesek, müsaade eder miydiniz”?
Ânında cevap şöyle çıkmış: “Biz İsa’yı, Musa’yı peygamber olarak kabul ediyoruz. Siz de Muhammed Efendimizi kabullenin, âmenna”!
Tabii ki muhatabı susup kalmış.
Böyle pek çok anekdotu vardı. Pek güzel ve bilge bir insandı…
O zamanlarda, başlarda Ateist olan ve Peder’e “siz nasıl olup da Allah’a inanıyorsunuz” diye sual eden Ümid Meriç Hanımefendi ile Kuzenim Çınar Koloğlu’nun intisapları da aynı döneme denk düşer.
***
Zaman geçti, Muzaffer Bey de yaşlandı ve rahatsızlandı. Unutkanlıktı en büyük sıkıntısı. Sonra da vefat etti her fâni gibi. Ama maalesef bunu reddedenler, kabul etmek istemeyenler çıktı!
Bence onunla beraber, bu tarikatın da eski keyfi kalmadı.
Baktım da, Ahmet Bey’de de şeker hastalığı başlamış.
Galiba artık tek güvenilir kapı bâki: Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevîlik.
Onların hepsi Gazi’yi saygıyla anar ve Cem Ayinlerinde dualarını esirgemezler.
Cem Evlerinin ibadethâne olarak kabul edilmesi iyi bir gelişme.
Herkese Sevgim ve Saygımla…
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 25 Ağustos 2015 Salı