M. Kerem Doksat | 21 Ağustos 2015 Cuma | 4366 |
Tatil beldemiz Çeşme’ye giden yerli yabancı turistlerin çoğu, Çeşme Kalesi surlarının hemen dibinde bütün heybetiyle boy gösteren bir heykelin önünde dururlar. En azından o haşmetli heykelin önünden geçerken şöylesine bir göz atarlar. Bazılarımız üzerine bile tırmanır, resim çektirirler. Amaç Çeşme’den bir anı ile ayrılmaktır. Fakat çoğumuz, yanındaki aslanın yelelerini okşayan bu dev yapılı Osmanlı komutanının kim olduğunu bilmez.
***
Cezayirli Gazi Hasan Paşa, meşhur Osmanlı-Rus Çeşme Deniz Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıkla, Kaptan-ı Deryalık (Donanmanın Baş Komutanı) sıfatını kazanmış bir “levent” ve Sadrazamlığa (Başbakan) kadar yükselmiş bir devlet adamı. Resimde gördüğünüz, evcilleştirdiği aslanı ile birlikte dolaşması, onu daha popüler kılmış.
Mâlûmunuz Osmanlı donanmasında ve kıyılarında görev yapan asker sınıfına “levent” denirdi. Günümüzde bile aileler erkek çocuklarının "delikanlı, boylu poslu, yiğit, çevik" olmaları dilekleriyle yeni doğan bebeklerine “levent” adını takıyorlar. Levent sözcüğü nereden gelmiş, hiç düşündünüz mü? Fransızca “lever- kalkmak, yükselmek” fiilinden türeyen Levant, Batılılara göre: “Güneşin doğduğu taraf, Doğu Akdeniz” demek. Levanten de Doğu Akdeniz bölgesinde, yâni bizim buralarda yaşayan Avrupalılar demek. Bir de detay; Fransızlar eskiden “Doğu” yönünü hem orient, hem de levant kelimeleriyle tanımlarlarmış.
***
Levant sözcüğü zaman içinde, Doğu Akdeniz kültürünün ve yaşam biçiminin genel adı olarak kullanılmaya başlanmış. Dolayısıyla günümüzde dahi özellikle İzmir’imizde ve diğer bazı şehirlerimizde yüzlerce yıldır varlıklarını sürdüren; içimizden biri olan, öz be öz Türkiyeli sevgili “levanten” hemşehrilerimize Batılılarca verilen bu adlandırma, “Doğulu ” anlamında. İşte yüzyıllardır Avrupa, Doğu Akdeniz bölgesine yerleşen Hıristiyan Avrupalıların yanı sıra Osmanlı denizcilerini de, ‘doğu-doğulu’ anlamında ‘levant-levanten’ diye çağırmaya başlamışlar. Zaman içinde “Levant” sözcüğü, Türkçemize “Levent” olarak geçmiş.
***
Levant, Levanten, Doğu, Doğulu sözcükleri… yanı sıra felsefede bile yerini almış “Ex oriente lux – Işık doğudan yükselir” özdeyişi, beldenizi bambaşka mecralara sürüklüyor. Acaba birçok teknolojik buluş hep Batı’dan mı çıkmış, yoksa insanlık tarihindeki icatlara Doğu’nun, özellikle Müslüman dünyasının da bir katkısı var mıdır?
Günümüzde bilim, teknoloji deyince aklımıza “Batı Dünyası” geliyor: Aristo, Platon, Darwin, Edison, Einstein, Kepler, Newton, Pasteur, Nobel, Röntgen, Galileo, Arşimet, Öklid, Leonardo da Vinci, Copernicus, Francis Bacon, Lavoisier, Faraday, J.Watt ve adını anamadığım binlerce mûcit bilim insanı.
***
Bir de Doğu’ya bakıyorum… Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekirse Müslüman dünyası başta olmak üzere, ilim ve bilimde büyük gelişmeler kaydedilmiş. Özellikle 8. ve 12. Yüzyıllar arasında bilim ışığı, Doğu’dan da doğmaya başlamış. Bütün bu gelişmeleri anlatmaya kalksak, haddimizi ve bize verilen köşe boyutlarını aşmış oluruz. Ama kısaca hatırlatmaya kalktığımızda bilim dünyasına büyük katkılar sağlamış Müslümanlar da görüyoruz. Örnek mi istiyorsunuz, buyurunuz:
***
Matematikte, cebir ve geometride Harizmî’nin eserleri batıda ders olarak okutulmuş. “Cebir” isminin nereden geldiğini yeni öğrendim: Harizmi’nin “Hisabü’l-Cebr Ve’l-Mukabele” eserinde geçen, “el-cebr” sözcüğü, batı dillerine “algebra” olarak çevrilmiş. “Virgül” deyip geçmeyin. Çok önemli bir noktalama işareti. Mûcîdi, Mesud Bin Mahmud Et-Tabib El Kâşi. Bir başka bilim adamı Cemşid, ondalık sayıları bulmuş; pi sayısını dokuzuncu kesrine kadar hatasız belirlemiş. Matematikte iki sayının toplamının üslü ifâdesinin açılımı olan “Binom Açılımları”nı ilk çözen de kimmiş biliyor musunuz? Bir çoğumuzun şiirlerini duygulanarak okuduğumuz Ömer Hayyam. Günümüzde kullandığımız “Gregoryen Takvimi”nden daha az hata yapan “Celâleddin Takvimi”ni de Hayyam geliştirmiş.
***
İbn-i Sina’yı bütün dünya tanıyor. Batılılar onu Avicenna adıyla çağırıyorlar. Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi… “Büyük Üstad” sıfatına sahip. Aristo ve Farabi’den sonra üçüncü öğretmen diye anılıyor.
Albert Einstein’dan 1100 yıl önce Batılıların Alkindius adını taktıkları EbuYusuf El-Kindi, İzafiyet-Görelilik Kuramı’nı bulmuş. Nasıl mı? Şu cümleyi kullanarak: “Zaman cismin var olma süresidir. Zaman, mekân ve hareket birbirinden bağımsız değildir. Göğe doğru çıkan bir insan, ağacı küçük görür.”
Tarihe “Aksak” Timur olarak geçen, dördüncü Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid ile Ankara Savaşı’nı gerçekleştiren Timurlenk’in oğlu Uluğ dünyanın güneş çevresindeki dönüşünü 365 gün, 6 saat, 9 dakika ve 6 saniye olarak hesaplamış. Hemen hemen günümüzde ölçüm yapan cihazlar da aynı değerleri buluyorlar.
El Cezerî, İslam'ın altın çağının bilim adamı ve mühendisi. Sibernetik deyince, canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalı olan “Güdüm Bilimi” deyince Bacon’dan, Descartes’tan, Pascal’dan, James Watt’dan çok önce akla geliyor.
Takiyüddin İstanbul’da dünyanın en büyük rasathanesini kurmuş. Kurmasına kurmuş ama büyük bir şanssızlık eseri rasathanesi, Kılıç Ali Paşa tarafından yıktırılmış. Nedenine gelince: meleklerin bacaklarını izlemesin diye! Şu işe bakınız ki meleklerle uğraşan Kılıç Ali Paşa, 1571 ile 1587 yılları arasında 16 yıl Kaptan-ı Derya olarak görev yapmış bir Osmanlı Levendi. Leventler başta olmak üzere Müslüman denizciler, bir zamanlar Akdeniz’i Türk Gölü hâline dönüştürdükleri dönemlerde, açık denizlerde “mesafe ölçümü” konusunda epeyi mesafe kat etmişler. Şu tezada bakar mısınız? Bir levent meleklerin bacakları ile ilgileniyor, diğeri mesafe ölçümü ile…
***
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Demek istediğim birçok icat Batı’dan çok önce Doğu’da, Müslüman dünyasında yerini almış. Başka bir anlatımla İslam Dünyası, uygarlığa büyük katkılar sağlamış.
Peki, sonra ne olmuş? Bir zamanlar altın çağını yaşayan “İslam aydınlığı” neden, nasıl, niçin, kimler tarafından söndürülmüş, hiç düşündünüz mü? Ve işin daha acısı ne biliyor musunuz? İslâm bilim dünyasının bütün teknolojik buluşları bireysel çalışmalarla gerçekleşmiş, ama bir el(!) Bunların yayılıp gelişmesini hep engellemiş. İslâm bilim dünyasının bütün icatlarını Batılılar değerlendirmişler, günümüzde bile değerlendirmeye devam ediyorlar.
Yıllardır Müslüman dünyasında yaşananları gördükçe, “Ex oriente lux” özdeyişinin kaybolup, "Ex oriente lux, ex oxidenta doxa - Işık doğudan yükselir, bilgi Batıdan yükselir" özdeyişinin yerleştiğini mi görüyoruz acaba? Doğru ise ne acı! Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın heykelinin önünden her geçişte lütfen bunları düşününüz.
***
YENİ LİDERLER LÂZIM
Evet, ülkeyi kötü yönettik, çok yanlış işler yaptık, iyice köşeye sıkıştık
ama bu çıkmazdan kurtuluşun bir yolu yok mu?
Seçim yapıyoruz, yeni Meclis’i kuruyoruz ama hükumeti kuramıyoruz bir türlü. Sadece iktidarından değil, muhalefetinden de ümidi kesmek üzereyiz. Savaş kapıya dayandı, içeride terör iyice tırmandı, yine şehit cenazeleri geliyor. Analar yine ağlıyor, bebeler yine yetim kalıyor. Ama biz, koskoca Türk Milleti, sanki hiçbir şey olmamış gibi yönetiliyoruz hâlâ…
***
Seçimden önceki hükumeti işbaşında tutuyoruz. Madem değişmeyecekti, niye seçime gittik ki? Mevcut kabinenin 8 bakanı, son seçimde milletvekili bile olamadı. Diğer üçü, geçici olarak üç aylığına müsteşarlıktan bakanlığa geçirildi.
Hani tarafsız olma mecburiyeti var ya, kitabına uydurmak için böyle yaptık. Onların tarafsız olabileceğine inanmak mümkün mü acaba?
Kendi kendimizi öyle güzel kandırıyoruz ki, gülmemek mümkün değil.
Son seçimde bu millet yüzde 60 oyu muhalefete vermedi mi? Verdiyse nerede bu muhalefet? Yok kırmızı çizgiydi, yok değişmez şartlardı, yok olmazsa olmazlardı, oyalayıp duruyorlar ülkeyi. Yüzde 40 hâlâ istediği gibi yönetiyor bizi.
Milletvekili bile olmayan Bakanlar, Parlamento dışından atananlar gibi, yemin dahi etmediler Meclis’te.
Şimdi bunların aldığı kararlar ve attıkları imzalar geçerli olur mu?
Göz göre göre dalga geçiliyor bizimle, aptal yerine koyuyorlar hepimizi.
Muhalefetin sesi bile çıkmıyor bunca usulsüzlüğe, Anayasa ve yasalar açıkça çiğneniyor da, itiraz dahi edemiyorlar.
Koalisyon provaları yapmaya, birbirlerini oyalamaya, millî bir görev yapıyorlarmış havasını vermeye odaklanmışlar. Havanda su dövdüklerinin kendileri de farkında ama dostlar alışverişte görsünler işte…
İktidara kızmakla bitmiyor ki işler. Böyle muhalefeti bulan iktidar, elbette aklına eseni yapar. Nitekim yapıyor da…
İçinde bulunduğumuz durumun şakaya gelir tarafı yok. Adını koymuyoruz ama her cephede savaşmaya başladık.
İç ve dış düşmanlarla boğuşuyoruz açıkça. Dünyanın teröristleri, elini kolunu sallayarak dolaşıyor ülkemizde. 2 milyon Suriyeliyi beslemeye mecbur muyuz? Bizden başka aptal yok mu dünyada? Araplar bile sahip çıkmıyorlar onlara. Hani nerede Katar’lar nerede Suudi Arabistan, nerede Kuveyt, nerede Birleşik Arap Emirlikleri? Niye sahip çıkmazlar ki Suriyelilere?
Yanlış dış politikamızın ağır faturasını ödüyoruz şimdi. Askerî harekâtlar, terörle mücadele, dibine kadar israfa devam ve 2 milyonu aşkın yabancının beslenmesi, ekonomimizi de ciddi şekilde tehlikeye düşürdü. Yarın neler getirecek, daha başımıza neler gelecek, kimsenin bildiği yok. Ülkeye korkunç bir karamsarlık hâkim.
Herkes birbirine ne olacağız diye sorup duruyor.
Siyaset mühendisleri erken seçimi işaret ediyor. Daha yeni seçimden çıkmadık mı, niye yine milleti erken seçimle yoralım, niye yine ülkeyi seçim ekonomisine itelim?
Biz 3 ayda bir seçim yapacak kadar zengin miyiz? Hem söyler misiniz, bana, ne değişecek yeni seçimle? Biz kafaları değiştirmedikçe, kaç seçim yaparsak yapalım, sonucu değiştiremeyiz. Bize yorgun, tembel, önünü göremeyen genel başkanlar değil, milleti peşine takıp çağdaşlığa ve ileriye koşturacak yeni liderler lazım. Bölünmüş, parçalanmış, ürkmüş milleti derleyip toplayacak, heyecanlandıracak ve millî şahlanışı devreye sokacak yeni liderler…
***
Biri bizi ve ülkeyi kurtarmalı. Duvara doğru dörtnala koşuyoruz çünkü.
Toprağımıza, bayrağımıza, devletimize doğru dürüst sahip çıkmazsak, geleceğe güvenle bakamayız. Bu sorumsuzluğa, ilgisizliğe ve vurdumduymazlığa devam edersek, kimse bize acımaz. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Bunu hepimiz bilmeli ve buna göre hareket etmeliyiz.
Can Pulak
***
Tarih tekerrür etmezdi ondan ders alınsa, hatırlayalım: Mehmet Akif ERSOY ne demişti (ruhu şâd olsun, nur içinde yatsın)
***
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masalsı şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih’i” “tekerrür” diye tarif ediyorlar: Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Buradan hareketle çok kritik bir süreçten geçen Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bir gözden geçirelim istiyorum.
Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmemiz için de öncelikle bu coğrafyada daha önce neler yaşanmış hafızalarımızı şöyle bir tazeleyelim: Yıl 1911- 1912.
Batılıların “hasta adam” diye tabir ettiği Osmanlı, sömürge arayışı içerisinde olan İtalya ile Trablusgarp savaşını, yıl 1912-1913 büyük devletlerin kışkırtmalarıyla Osmanlı topraklarından kopan Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın, Trablusgarp savaşını fırsat bilip aralarında anlaşarak Osmanlıya karşı savaşmaları ve bu savaşın, birkaç cephede savaşan Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanması.
***
Zaten can çekişen ve bu yenilgilerle daha büyük bir ekonomik çöküntüye giren Osmanlının, birde bu arada patlak veren 1.Dünya Savaşı’na müdahil olması ve koskoca İmparatorluğu büyük bir maceraya sürükleyerek kendi sonunu kendisinin hazırlamış olması.
Burada ilk aklımıza gelen ve gözlerimizi açması gereken çok önemli olan nokta; ekonomik açıdan çok zor şartlarda olmasına rağmen Osmanlının böyle bir savaşa nasıl ve neden müdahil olduğu gerçeğidir.
***
Buradan hüzünle seyrediyorum olup bitenleri.
Bu vatan kolay kurulmadı ve dilerim her şey iyiye gider. Diyarbakır’daki neler olup bittiğini çok iyi hatırlıyorum Diyarbakır’da olayları yaşadım.
Diyarbakır aslen Diyar-ı Bekîr’den gelir. O zamanlar da çok Doğulu ve kalkışma provaları berbat durumda değildi.
Gene Kürt meselesi vardı ama bu kadar çok şehit cenazesi yoktu.
Gene eylemler vardı ama bu kadar berbat durumda değildi.
En önemlisi de, o zamanlar İnternet de yoktu.
Mektupla veya telefonla haberleştirdik.
Sevgiler ve saygılar herkese…
Mehmet Kerem Doksat – Çeşme - 21 Ağustos 2015 Cuma