M. Kerem Doksat | 24 Ağustos 2017 Perşembe | 2065 |
İSTANBUL’UN ÇÖKÜŞÜ
Sevgili Mekâncılar,
Aşağıdaki yazı internetten elime ulaştı. Yazarı cidden entellektüel bir
kişinin elinden çıkma. Sayın Doğan Kuban.
Çelişik gibi görünen bu söz, İstanbul’un birçok alanlarda örnek ve
öncü olduğunu yadsımak için değildir. İstanbul’un başını alıp gitmesi,
ülkeye yayılması gereken çağdaş davranışların, teknolojinin önünü
kesiyor. Halkı ve işverenleri kendine çekip, çağdaş faaliyetlerini
inhisarına alıyor.
İstanbul ulaştığı megalopolis boyutlarıyla, ülkenin vücudunun
taşıyamayacağı bir koca kafa haline dönüşen, ekonomik etkinliğin
yurt yüzüne dengeli yayılmasına engel olan ve Anadolu halkının
topraklarını terk ederek ülke tarımını dış dünya pazarına dönmeye
zorlayan ve sonuçta uluslararası sermayenin aşağı düzeyde bir ortağı
olarak fakir halkı tüketici olmaya teşvik eden, giderek Türkiye’nin
sömürülen bir topluma dönüşmesine neden olacak bir emme basma
mekanizması olarak çalışmaktadır.
Bu kent her zaman bir çekim merkezi olacaktır. Fakat ülkeyi
ekonomik olarak çökertmesine imkân vermemek gerekir.
Günümüzde o sınıra ulaştık.
Dünyanın dengesini bozan pek çok neden var. Fakat temel neden
artan nüfustur. Toplumlar arasında bilim, teknoloji ve uygarlık
farkları ne olursa olsun, dünya nüfusunun sürekli artması dünyanın
önündeki en büyük tehlikedir.
Bunu izleyen bir de küresel iklim değişikliği var. Dünyanın nüfusu
1800’de bir milyardan, 215 yılda sekiz milyara ulaştı. Üretimin yıllık
artışı bağlamında dünyanın zengin kapitalist şirketlerinin söylemi
ulusal gelirleri artamayan fakir ülkeler için içi boş bir propagandadır.
Türkiye’nin kişi başına geliri aşağı düşüyor.
Bugün 1800’deki dünya nüfusu kadar aç var.
Nüfus artışının göstergesi işsiz ve açların, nüfusu kalabalık ülkelerde,
büyük kentlere göçüdür. Bunun sanayinin gelişmesiyle ilgili olduğu
bir yalandır. 19. Yüzyılda doğruydu. İşsiz ve topraksız Halkın
Hindistan’da, Güney Amerika’da, Afrika’da büyük kentlere üşüşmesi
açlıktan, sanayileşmeden değil.
Çin’de de büyük kent sayısının çok oluşu sanayileşme ile birlikte,
ülkenin olağanüstü nüfus yoğunluğundan.
Fakat Türkiye’de kente göç sanayileşme geliştiği için değil,
yapılaşma (inşaat) üretimin en büyük parçası olduğu ve ülke yeteri
kadar sanayileşmediği için oldu. ‘Her şeyi yapan inşaat işçisi’ hâlâ
ekmeğini malzeme taşıyarak yapıyor.
1980’den sonra kent nüfusu %70’i geçti. Köyler boşaldı. Tarlalar
toprak oldu. Geleneksel Türk tarımı çöktü.
Dünyada nüfusu 20 milyona ulaşmış bir kentin sağlıklı hayatını
gerçekleştirebilen bir planlama yöntemi henüz keşfedilmedi.
Batı’nın en kalabalık kentleri olan Londra, New York, Paris’in
nüfusları bugün İstanbul’dan az. İstanbul’un nüfusu 1950’deki bir
milyonun 17-20 katı. İşgal ettiği alan 500.000 nüfuslu İmparatorluk
başkentinin 250 katından fazla.
Megalopolis hastalığı sınırsız vahşi kapitalizmle nüfus artışının
karıştığı, çaresiz bir ‘hipertrofi’ olarak çok vurgulanan fakat çare
bulunamayan bir fakir ülke hastalığıdır.
Ülke ekonomisinde yarattığı dengesizlik yanında, toplumun en zengin
katlarıyla en fakir katlarını yan yana getirdiği için toplumsal
ayrışmanın da mekânıdır.
Hayat imkânları birbirlerinin zıddı olan insanlar birlikte yaşamasalar
bile birbirleriyle dirsek teması içindedirler.
Bu, fakir sınıfları iki türlü bilinçlendiriyor: Kentsel çevre,
ulaşamadıkları zenginliğin görüntüsüdür. Öte yandan yaşadıkları
çağın imkânlarını, yüzeysel olsa da, onlara gösteriyor ve öğretiyor.
Bu öğrenme tüketme eğilimini arttırıyor ve vahşi kapitalizmin işine
geliyor.
Fakat sınıfsal ayrışımın altını çizerek zengin sınıfları bu çelişkileri
saklamak için bir sürü yalan icat etmeye zorluyor. Bu durum onların
statülerini korumalarına yardım belki yardım ediyor, fakat giderek
toplumun ahlak dokusunu bozuyor.
Ahlaksız ve dengesiz toplum
Toplumsal hipertrofinin sonucu, ahlaksız ve dengesiz toplumdur.
Bu, dünyanın her yanında aynıdır. Dünyanın büyük kentleri
toplumları kanatan yaralardır. Kuşkusuz Lagash veya Karaçi ile Paris
aynı değil.
Paris her zaman büyük olan ve örgütlenmesi yüzyılları bulan bir
dünya kenti. Diğerleri, kendi çıkardıkları toz duman arasında boğulan
aglomeralar.
Çünkü kaşla göz arasında büyüyüverdiler. İstanbul da bu
sonunculardandır. Kentin sadece 2000 hektarı 550.000 hektar içinde
(yani 225’de biri) tarihi bazı kalıntılar içeriyor.
Bir de her gün bozulan eşsiz bir doğal yapısı var.
Bu dev kentlerde Batılı gelişmiş kentlerden herhangi bir yöntem ithal
edilemez. Bu, maymuna inci kolye takmaya benzer. Kaldı ki bu
büyük aglomeralar fiziksel planlama ile düzenlenecek yerleşmeler
değildir.
Zaten bu büyüklükte planlamanın birkaç yıl içinde gerçekleşmesi de
ekonomik olarak imkânsızdır. İstanbul’da yapılan tıkanan bir dev su
şebekesinin ara sıra birkaç borusunu temizlemek veya değiştirmek
gibidir.
Bazen yüz kilometrede birkaç yüz metrelik çiçekli pasajlar olur. Bu,
çölde saksıda çiçek anlamına gelir. Yine de İstanbul’da yapılan akıl
almaz çirkinlikler yanında çiçek bir ferahlama oluyor.
Fakat bunu çiçekleri düz duvarlara yerleştirme yöntemi ile
uygulamak evlere şenlik bir uygulamadır. Kargaşanın büyüklüğüne
işaret eder.
İstanbul planlanabilir mi?
Bu kentler, bir yandan sınırsız bir spekülasyonun doymak bilmez
iştahına sunulmuşken planlanamaz. Tek çare halkın planlı olarak yurt
yüzeyine yeni yaratılacak sanayi merkezlerine, zaman içinde
yerleştirilmesi ve ülkenin ekonomik dengesizliğinin önüne
geçilmesidir.
Spekülasyonu engelleyemezsek de, kontrol edilebilir büyüklükte
yerleşmelere transfer ülke ekonomisinin giderek çökmesine engel
olabilir.
Büyük kent, insanoğlunun bütün tarihinde kendi yaratıp kontrol
edemediği en büyük deformasyondur. İnsanoğlunun hayatını karartan
bütün kötü insan davranışlarını, pek çoğunu suç diye tanımladığımız
kişisel ve grupsal faaliyetlerin en kolay oluştuğu ortamdır.
Medeniyet adına yaratılan bütün olgu ve araçlar büyük kentlerin
bütün bu kötülükleri üretmesine engel olamaz. Bu iyi-kötü
çekişmesinin kentin ortalama fizyonomisindeki verileri o toplumun
medeniyet düzeyini açıklar.
Her türlü suç, cinayet, hırsızlık, arsa ve yapı spekülasyonu, kuralsız
davranışlar, eğitim, ulaşım, sanat etkinlikleri, müzeler, planlama, kent
estetiği, yol, kaldırım, kentsel işlevler yeşil alan, konut, adalet, güven,
sağlık, temizlik ve daha pek çok alan kent için bir hayati kalite
standardı tanımlarlar.
Bu standart genelde küçük kentlerde yüksek, büyük kentlerde
düşüktür. Berlin veya Amsterdam’da Karaçi, Kahire yahut İstanbul’la
karşılaştırılmayacak kadar yüksektir.
İstanbul gibi yarım yüzyılda kontrolsüz bir büyüme gösteren mesela,
örneğin Sao Paolo veya Lagash’da çağdaş hayatın en büyük kargaşa
ve dramları yaşanır.
Hayat kırılgandır. İnsanların geleceğe güvenleri azdır. Onun için
megalopolisler medeniyetin ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün
kötülükleri içerirler. Büyüklükleri oranında suç yuvalarıdır.
İstanbul’u hiçbir planlama boyutu, estetik ve insan davranışı ile
Viyana, Berlin, Stockholm ile karşılaştırmak muhtemel değildir.
Çok kez vurguladığım gibi, 80 milyon nüfuslu Almanya’nın en büyük
kenti ve başkenti Berlin’in nüfusu 4 milyondan azdır.
Anadolu’ya yeniden yerleşmemiz gerek!
***
Ben bu fikirlere hak veriyor ama yürekten de katılmak istemiyorum.
Ben ve karım hâlâ Türkiye'de çalışıp paramızı kazanıyoruz...
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 24 Ağustos 2017 Perşembe