KARALAMA DEFTERİ

M. Kerem Doksat      26 Ekim 2008 Pazar      4717

Sayın Doğan Hızlan'ın KARALAMA DEFTERİ diye CNN-TURK'ta yayınlanan güzel bir programı var. Onu seyrediyorum. Yeni romanı olan Destina'yı tanıtmak için konuşurken kimsenin tarih bilmediğini, öğrenenlerin de ömürlerinin bittiğini, kimselere de iltifat etmediğini övüne övüne anlatan "pek mütevâzı" yazarımız Mine G. Kırıkkanat "kimse aynısıyla bilemez" gibilerinden bir lâf ediyor. Bu büyük edibimiz (edibemiz desem yanlış veya seksist olur mu acep; bu yanlış lâfının üzerinde neden durduğumu anlatacağım), aydınımız ve san'at kadınımız "aynısı" denmeyeceğini bilmiyor; aynı denir. Kelimenin menşei "ayn, ayna" da oradan türemiştir.

İnternet'te bu roman şöyle tanıtılmış: "Bu romanda yazılı herşey doğru, hiçbir şey gerçek değildir".

Henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina'da "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir" diyor Mine G. Kırıkkanat.

Bu yakın gelecekte, İstanbul Küresel Yönetişim'in idaresine geçmiş, Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğramıştır. Haç ile Hilal'in savaşı sona ermiş, yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması almıştır. Bu savaşın galibini, Roma'nın ilk Hıristiyan imparatoru ve Konstantinopolis'i başkent yaparak Hıristiyanlığa armağan eden Büyük Konstantin'in soyundan gelen bir vârisin bulunması ya da tam tersi ortadan kaldırılması belirleyecektir. Konuya ve bölgeye hâkim olmaları nedeniyle seçilen üç Türk ajan, rûyaların izinden giderek çıktıkları zaman yolculuğunda kıyasıya bir mücadelenin tam ortasında bulacaklardır kendilerini.

Soluk soluğa bir maceranın film kareleri gibi aktığı, müthiş bir hayal gücünün ürünü Destina, okurun elinden bırakamayacağı ve uzun süre etkisinden kurtulamayacağı son derece çarpıcı bir roman.

. Ama gerçek, ergeç doğrulanır.

Bu tanıtımın bir musahhihe ihtiyacı var. "Her şey" ayrı yazılır; Yönetişim ne demek bilinmez (gelebilecek neolojizmlerin müdrikiyim). Hilal değil Hilâl yazılır. Rüya değil, rûya, galip değil gâlip yazılır. Önceden "ya" kullanılmamışsa, "ya da" denmez. Ergeç değil, er geç diye yazılır. Hayal da hayâl olmalı.

Kitabı henüz okumadım ama Doğan Bey'le yaptıkları sohbetten anlaşılıyor ki, bu yerli Minerva Athena (merak eden internete baksın), verity, reality, truth mefhumlarını birbirine karıştırmış.

Tasavvufta, ezoterik (bâtınî: gizemli) ve mistik ekollerde bu mefhumlar çok tartışılmıştır.

Gerçek (reality) tamamen izafî ve kişiden kişiye, andan ana, hâlden hâle değişen bir şeydir. Meselâ hallüsinasyon işiten birisi için o ses gerçektir, başkaları için ise gerçek dışıdır. Aynı şeyi çeşitli inançlar, fikir ve kanaâtler için de söyleyebiliriz. Bir Marksist ve Diyalektik Materyalist için plâzma evren, bir gün (bkz. BİRGÜN Gazetesi) Komünizm'in geleceği düşünceleri de gerçektir ve bunlara imanla bağlıdırlar; her şeyi de ona göre yorumlarlar. Aynı şey her türlü kesin inançlı için de muteberdir (dinî, itikadî, ideolojik).

Verity ise hakikât demektir. Sonsuz gerçekler arasında esas ve doğru olandır. Gerçekler sıklıkla yanlış olabilirler ama hakikât tek ve doğrudur. Tasavvufta Hakikât (büyük harfle yazılır) bizatihî Allah'tır ve doğruyu da o bilir. Bunu insanlar nasiplerince anlarlar; genellikle de yanlış veya eksik anlarlar.

Truth yâni Doğru ise Hakikat'in kendisi ve tecellisidir; tektir, mutlaktır, izafî değildir. Farklı kişilerin doğru zannettikleri kendi gerçeklikleri ile bu Doğru tamamen ayrıdır.

"Gerçek, ergeç doğrulanır" ne demek belli değil. Doğrulanma kavramı muhtemelen teyit (confirmation) karşılığında kullanılmış. Buna mukabil, Popper'in Yanlışlanabilirlik İlkesi (Falsifiability Principle) çağdaş bilimin temel düsturudur. Yâni, "gerçek, er geç doğrulanır cümlesi" gerek felsefî, gerek metodolojik, gerekse mistik-ezoterik açılardan anlamsızdır.

Bu pek mütevâzı(!) yazarımız Mine G. Kırıkkanat bakın kendi halkından nasıl bahsetmişti Aydın Doğan'ın marjinal adamlar bu memlekete saldırsınlar diye neşrettiği Radikal gazetesinde: "Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnâsız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir âileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zâten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı".

Bu büyük entelimiz Kürtler'i de pek sever, diğerleri gibi.

*

Türkçe üzerinde seyahate biraz daha devam edelim:

5N 1K programında Cüneyt Bey "Türk dizileri Arap ülkelerine ithâl ediliyor" dedi geçen gün. Eh, tabii, sürekli olarak ithalât yerine içalım, ihracat yerine de dışsatım diye uydurup dayatırsanız, olacağı bu. Koskoca tecrübeli televizyoncu da kalkar ihraç yerine ithâli kullanır!

Bir başka mutat (bâzılarının yazdığı gibi mutad değil) hâle gelmiş hata da "aklıselim olanlar" filân demek. Aklı selim olan yoktur, akl-ı selîm sâhibi yâni sağduyulu olanlar veya olmayanlar vardır; kökü Arapça "akl"dan gelir.

"Her dâim" lâfı beni kaşındıran yeni modalardan biri. Dâima tamam da, her dâim diye bir şey yok! Şâyan-ı enteresan kadar absürt (absürt kelimesinin san'at ve edebiyattaki karşılığı Türkçe'de yok; saçma veya anlamsız bunu karşılamıyor, en iyisi aynen kullanmak)!

Bir ünlü tiyatrocu (Metin Akpınarulemâlar dedi; ulemâ, âlimler demek zâten.

Bir başka millî felaket de "tecavüzcü" lâfı. Yâhu (aslında bu da ya Allah demektir), mütecâviz denir. Tecâvüzcü Coşkun lâfı bir şaka olarak uydurulmuştu, şimdi herkes kullanılıyor.

İki olumludan bir olumsuz veya iki olumsuzdan bir olumlu çıkar. Çok sık olarak "ne filânca böyle ne de falanca böyle değil" deniyor. Yanlış! "Ne filânca böyle ne de falanca böyle" denmeli; Atatürk'lü Alpet reklâmında bunu gene yazmıştım.

Sırf imkân, mümkün, ihtimâl ve muhtemel kelimelerini kullanmamak için olanak, olanaklı, olanaksız, olası her yere girdi. Ama olanaksız kelimesi hem imkânsız hem de muhtemel değil anlamına gelir oldu. "Meselâ örneğin" (bu ikisini birlikte kullanan o kadar sunucu var ki) İngilizce "it is possible but not probable" cümlesini ancak "mümkündür ama muhtemel değildir/muhtemeldir" diye tercüme edebilirsiniz. Yoksa şöyle bir ucûbe gerekebilir: "olasıdır ama olmayasıdır/olasıdır"!

Bir başka gariplik bilhassa Cumhuriyet gazetesinin kullandığı "bilim insanları" tamamlaması. Yâhu, bu erillik veya dişilik taşımaksızın bilim adamı diye söylenir. Buradaki "adam" kelimesi insanı kasteder. Anlamsızlığının sebebini de arz edeyim: Bilim hayvanları, bilim bitkileri denir mi?

Ortalık o kadar kaotik ki, bir psikiyatri hocası lisan konusunda kendi görüşünde olmayanları kınadığını açıkça beyan ediyor.

TRT'de bile "evraklar" deniyor, cinnet geçiriyorum! Yâhu, evrak çoğuldur, varakalar yâni belgeler (dokümanlar) demektir.

Cenâh-ı askeriye bile koordineli hareket ediyor. Koordinasyon "eşgüdüm" diye tutan bir Türkçe karşılık buldu. Ya "eşgüdümlü" denmeli ya da "koordine şekilde".

Târif etmenin karşılığı tanımlama oldu ya. Bakıyorum bizim asistanlar da dâhil, bütün yeni nesil "hasta bir şikâyet târiflemiyor" demekte! Ne olur, "târif etmiyor" deyin, e mi!

*

Bir gazete genel yayın yönetmeni işine son verdiği yazara "sen sağcısın, pis bir faşistsin" diye gerekçe gösterebiliyor ve kendisinin ise solcu yurtsever olduğunu söylüyor. Bu çok tabii çünkü ST namlı kişi ne Türkiye'yi ne de Türklüğü tanır. Yabancı okullarda tahsil eyleyen, New York'u İstanbul'dan daha iyi bilen, First Class'ta değil de Economy'de uçarsa fenalıklar geçirdiğini yazacak kadar pervâsız, Medyum Memiş'le arkadaş olmakla iftihar eden, kafayı penisle bozmuş bir adam olsa olsa bizim zâten damarlarımızda akan vatanseveri (patriot) anlayabilir ancak! ABG'li garip halkı bağlayabilecek tek değer hükmü budur. Hâlbuki biz henüz farkında olmasak ve unutturulmaya çalışılıyorsa da, zâten milletiz (isteyen ulus desin ama ulusalcılık yeni yasalara göre suç) ve vatanımızı severiz. Davul zurnayla evlâdını askere yollayan kaç millet var sanıyorlar bunlar?

ST gaflet ve dalâlet grubundan; ihânet değil. Onlar zâten belli. Her kim ki Türkiye'ye, Atatürk'e, Türklüğe, TSK'ya söver, yıkıcı şekilde sataşır veya sûret-i Hakk'tan gözüküp çatarsa, onlar üçüncü gruptandır. Bunları Anayasa Mahkemesi'ni son icraatından sonra nasıl ortadan kaldırırız diye düşünen, bunu yaparken de millî irâde kavramının arkasına gizlenenler arasında da bulabilirsiniz. Çok basit bir tarihî hakikati (gerçeği değil) gizlemektedirler: İtalya ve Almanya'da faşizm millî irâdeyle iktidara gelip de dünyânın başına belâ olunca teşkil edilmiştir Anayasa Mahkemeleri. Rejimin değiştirilmesi dahi düşünülemeyecek temellerini çoğunluklarına güvenerek değiştirmeye kalkanlara karşı antikordurlar.

Bugünlük son olarak da bâzı hazin gelişmelere azıcık değineyim:

Devletlû kendi halkıyla dalga geçerek "n'apalım, Dolar düşükken sen kazanıyordun, yükselince de bırak o kazansın" diyor, gülerek ve elhamdülillâh ve dahi alimallah bu krizi aşarız diyor; ertesi gün Denizli'de Dolar'a endeksli makine alan Atak Tekstil'in patronu ödeme güçlüğüne düşüp bunalıyor, AKP milletvekili dâhil 20 kişiye "artık ben yokum" diye mesaj çekip, falçeteyle boğazını keserek intihar ediyor. 10 Ekim itibâriyle sıcak para hacmi 13.8 milyar USD eriyip 59.5 milyar USD'ye düşmüş vaziyette fesüpanallah! Canım Devletlûm benim.

Aynı Başbakan arkadan eli silâhlı büyüklerinin kontrolünde devletin emniyet güçlerine taş atan çocukları kastederek "o kadar küçülüp ufaldılar ki, artık küçük çocukları öne sürüyorlar" diye gürlüyor; bu lâfları ettiği Tunceli'de önceden pankartları indirilmiş ve geçici sıkıyönetim hâli ile ancak konuşabiliyor ve malûm gazabıyla "nankörler" diye fırça atıyor. O çocukların şimdiden nasıl Vatan ve Türklük düşmanı olduğunun farkında değil mi?

Tabii ki farkında! Hazin olan da bu zâten.

Milliyetçi Hareketsizlik Partisi Genel Başkanı da, bir gün evvel vatan hâini diyerek hakaret ettiği(!) Başbakan'a, Türk kadınlarının kafalarını ve beyinlerini çarşafa tekrar sokmak için hemencecik köprü uzatıverdi.

Türk İslâm sentezi, değil mi? Nasıl da kurnazsınız, tilki gibi.

ABG Kongresi'nde Kürdistan Haritası açıldı.

Ve.

Bilmem kaçıncı dalgada bilmem kaç kişi daha Ergenekon'dan içeri atıldı!

Zonguldak'ta mâden ocaklarında işçi olarak çalışmak üzere açılan 3000 kişilik kadroya müracaat edenlerin sayısı 37196, bunların 1160'ı üniversite mezunu!

Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 26 Ekim 2008 Pazar

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©