KİM NEYE İNANACAK, CİBRİL HADİSİ NEDİR?

M. Kerem Doksat      15 Ağustos 2012 Çarşamba      16120



Boya dekorasyon Banyo dekorasyon

İslâmiyet’ta imân kavramı, Allah’tan başka ilâh, (hâkim, kanun koyucu) güç tanımamak ve inanmak olarak özetlenebilir…


Film izle

Peki, bunu kim söylemiştir?

Mezhep mücdehidleri ve müfessirler

İslâm’daki farklı mezhepler gerek imânı gerekse imânın şartlarını farklı şekilde târif ederler. Sünnî anlayışta bunlara inanmak tafsilî imânın birinci derecesine denk gelir, Kur’ân’da da geçen bu üç esas şöyledir:

 1. Allah’a imân,

 2. Peygamberlere (elçilere) imân,

 3. Kıyamet gününe, ölülerin dirileceğine (Ba’su ba’de’l-mevt) ve ahirete imân.

Bu esasların birincisi ve diğerlerinin temeli, aslında da yegânesi Allah’a imândır; yâni tevhide imân

Hâlbuki ezel ve ebed de mahlûktur, makalemin sonunda bu noktaya geri döneceğim.

İmânın şartları mezhepler arasında ayrılık göstermektedir.

Bakın Ehl-i Sünnet’te ne var: Cibril Hadîsi ve Kur’ân’daki çeşitli âyetler kapsamında yapılan tefsirle imânın altı şartı olduğu sıklıkla öne sürülmüştür.

Nedir bu Cibril Hadîsi: Abdullah bin Ömer'in, babası Ömer bin Hattab yoluyla naklettiği tanınmış bir rivayettir. Yâni oğlu bunu babasından işitmiştir, sonra da başkalarına nakletmiştir.

Efendim, bir gün Ömer, Muhammed ile otururken yanlarına farklı görünüşlü bir yabancı gelir, Peygamber’e çeşitli sorular sorar ve verilen cevapları da duyduktan sonra gider. O kişi ayrıldıktan sonra aranır ama bulunamaz. Peygamber, gelen kişinin insan görünümüne girmiş Cebrâil (Cibril) meleği olduğunu anlamıştır. Hadisin ismi de meleğin isminden gelmektedir. İslam dininin emrettiği, yapılmasını farz (gerekli) kıldığı kullukların bütünüdür. İslam dini, kutsal kitabında farz olarak emredilen her ibâdet ve eylemin yapılması, inananlara şarttır. Bununla birlikte özellikle 5 ibâdet geleneksel olarak İslâm’ın Beş Şartı adıyla yaygınca bilinmekte ve özellikle vurgulanmaktadır. Özellikle Sünnî İslam’da bu beş şartın İslâm’ın beş şartı olarak anlaşılması ve oluşan gelenek bu hadise dayandırılır. Cibril Hadîsi’nde Cebrâil’in Muhammed’e sorduğu suâllerden biri ve aldığı cevap şöyledir: “ ‘Ya Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Muhammed 'İslâm Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i hac etmendir' buyurdu. O zât ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: ‘Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu’.”


Hristiyanî Cebrail (Gabriel).

Bu hadîsten yola çıkarak İslâm’ın beş şartı adıyla şu ibâdetler temel kabûl edilmiştir: Kelime-i şehâdet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, Hacca gitmek. Bu ibâdetlerin hepsi Kur’ân’da emredilen ibâdetlerdir ve İslâmiyet’te emredilen şeyleri yerine getirmek farz olduğundan dolayı, bu ibâdetler de Kur’ân’da bahsi geçen diğer ibâdetler gibi farzdırlar!

Çok inandırıcı, değil mi? Hele bu meleğin vazifelerini de gözden geçirirsek, Allah bir meleği vâsıtasıyla Peygamberini imtihan etmektedir!

Bakalım, Cebrâil ne iş yapar?

Cebrâîl (Arapça: جبرائيل Cibrâ’îl veya جبريل Cibrîl) (yâni “Allah’ın Cebr'i”, Allah’ın gücü) dört büyük melekten biridir. İsminin etimolojisinden de anlaşılacağı gibi, Cebrâil’in çok kuvvetli bir melektir ve görevi vahiy getirmektir, yâni Allah’tan peygamberlere haber ve bilgi (enformasyon) taşır. İslâm’a göre bütün peygamberlere vahiy getiren de kendisidir. Kur’ân’da “Cebrâil'in Allah indinde önemli bir yeri olduğu” belirtilir.

Cebrâil’in başka ma’rifetleri de vardır: Eril (maskülen) sûretiyle Meryem’e İsa’yı doğuracağını da bizzat müjdelemiştir. İsa’nın doğumu insanlardan uzakta, bir hurma ağacının altında gerçekleşir. İsa’nın bir babası olmadığından, Meryem utanç içindedir. Ancak ilâhî bir ses kendisine üzülmemesini, doğacak çocuğun şerefli kılındığını söyler. Meryem, bebekle birlikte topluluğun arasında döndüğünde, iffetsizlikle suçlanır. Meryem, iffetli olduğuna delil olarak bebeği gösterir.


Şimdi sıkı durun: Bebek İsa konuşarak Allah’ın kendisini peygamber yaptığını, annesine iyi davranmayı öğütlediğini söyler. (Meryem Sûresi, 19:16-34). Bu bilgiler Luka İncili ile paralellik göstermektedir.

Kur’ân’da birçok kez geçen Meryem, adı doğrudan telâffuz edilen tek kadındır ve Kur’ân’ın 19. sûresi Meryem Sûresi olarak adlandırılmıştır. Meryem’in âilesi, Al-i İmran, bir başka sûreye isim olarak vermiştir.

Yâni Sünnî İslâm’ın temeli, tabii ki erkek cinsiyetinde bir insan sûretinde Peygamber’e görünen bir melekle aralarındaki muhâvereye dayandırılır ve bunun da kaynağı bir tevâtürdür (günümüzde hakikaten sahih hadis kalıp kalmadığı çok tartışılır)!

Nedir bunlar?

 1. Allah’a imân,

 2. Meleklere imân,

 3. Kitaplara imân,

 4. Peygamberlere imân,

 5. Kaza ve kadere imân,

 6. Kıyamet gününe ve ahirete imân.

Peki, bütün İslâm Âlemi böyle mi inanır?

Bu altı şarttan kadere imân kısmı oldukça tartışmalıdır ve Şiâ’da yer almadığı gibi, Ehl-i Sünnet arasında da tartışma konusu olmuştur; Kur’ân’da da geçmemektedir. Kadere imân etmek, kadere, hayır ve şer her işin Allah’ın iradesinde olduğuna inanmaktır. Kaderin imân tanımı içerisinde geçip geçmemesi gerektiği çok ama çok tartışmalıdır; nitekim kaderin târifi de öyle… Allah’ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak her şeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve huzurundaki “Levh-i Mahfûz’da” yazıldığına inanmaktır. Allah, kâinatı dilemiş ve yaratmıştır. O’nun iradesi ve yaratışı olmadan olmuş hiçbir şey yoktur. Kader her ne kadar Kur’ân’da çeşitli âyetlerde konu edilmiş olsa ve bu sebeple İslâmiyet açısından önemli bir kavram olsa da, Kur’ân’da imânın bir unsuru, parçası olarak geçmez.

Peki, bu yazdıklarıma dâir birinci dereceden delil var mıdır?

Hani şu moda deyişle, kanıta dayalı din var mıdır?

Bakalım…

Mâdem ki Muhammed O’nun peygamberi ve elçisidir ve her yaptığı doğrudur. O zaman bir göz atalım: Hz. Peygamber a) ticaretle iştigâl etmiş ve para kazanmıştır; b) elinde kılıç savaşmıştır; c) hiperseksüel ve güçlü bir erkektir; ç) zaman zaman depresyon ve anksiyete hâlleri geçirmiş, her vahyinde ıstırap çekmiştir; d) yaralanmış ve hastalanmıştır; e) devleti şûra ile istişâre ederek idâre etmiştir; sonunda da vefat etmiştir!

Yâni, Hz. Muhammed bir insandır!

Tek ve mutlak Hakikat sâdece ve sâdece Allah’ın varlığıdır.

Gerisi tamamen lâf-ı güzaftır, içtihaddır, tefsirdir veya…

Hermeneütiktir!

*

Sevgili Mekâncılar,

Hermeneütik (yorumsama): Antik Yunan Tanrısı Hermes, yer (insanlar) ile gök (tanrılar) arasında bağ kurucu ve yeryüzünde yukarının (tanrısal olanın) yorumcusu (hermesneuta) olarak kabûl görmekte idi. “Hermenötik” de denilen bu kelime kaynağını Hermes’in bu fonksiyonundan alır. Hermeneütik (Hermeneutics) kelimenin bir metnin bâtınî (ezoterik) anlamının bulunması, bir metnin asıl maksadının anlaşılması anlamlarında kullanılmaktadır ve klâsik olarak tefsir ilmi olarak kabûl edilir. Hermeneütik’le Hermetik’i karıştırmamak gerekir, ikincisi okültizme ve spiritüalizme dayalı bir seri dünya görüşünün ismidir.


Hermes Roma mitolojisinde Merkür olarak anılır. Güneş’e en yakın gezegene onun adı verilmiştir. Hermes’in aslen Mısır Mitolojisi’ndeki Thot, Thot’un da Kur’ân’da adı geçen İdris olduğu iddia edilmektedir. İdris (Arapça: إدريس), Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. İlk kez onun döneminde insanların hayvan derileri giymekten kurtuldukları söylenir. Kumaşı bulduğu ve yazı yazmayı geliştirdiği rivayet edilir. İslâm’a ve Kitab-ı Mukaddes’e göre, Allah tarafından hayattayken göğe çıkarılan nâdir insanlardan birisidir (Meryem 57).

Tanah’taki Enoch (İbranice: חנוך) ile aynı zât olduğu iddia edilir. Tanah, Tevrat (Tora: Töre) ve Zebur’u da kapsayan, Musevîlik dininin kutsal kitabıdır. Hristiyanlarca da kutsal kabûl edilir, bununla birlikte Hristiyanlar Tanah’ı Eski Ahit olarak anar ve farklı şeerde yorumlarlar. Eski Ahit, Hristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes’in ilk kısmını meydana getirir. İslâmiyet’te Tanah’ın sâdece Tevrat ve Zebur bölümleri kutsal kabûl edilir, ancak bunların Allah tarafından -sırası ile- Musa ve Davud peygamberlere indirildiğine ve insanlar tarafından tahrif (değiştirmek) edildiğine inanılır. Tanah’ı meydana getiren kitapçıkların (bölümlerin) çoğu İbranice olarak, bir kısmı ise Aramice olarak MÖ 1200 ilâ MÖ 100 yılları arasında yazıldığı kabûl edilmektedir.

Eski Yunan mitolojisindeki Hermes’in ve Eski Mısır mitolojisindeki Thot’un Kur’ân’daki İdris ile aynı kişi olduğu ve MÖ 14.000 civârında yaşadığı iddia edilir.

Alevîliğe yansıması da şöyle olmuştur:

Ben Musa’yım sen Firavun,

ikrarsız Şeytan-i Lain.

Üçüncü ölmem bu hâin

Pir Sultan ölür, dirilir.

Pir Sultan Abdal


Rorthy ve McDowell gibi çağdaş mütefekkirler modern felsefenin epistemik ve düalistik paradigmalarından koparak, Hermeneütik’in aslında bir entellektüel inovasyonun, dinamizmin, tefsirin tekrar tekrar tefsir edilmesinin önemini vurgulayarak, hür tefekkürün ancak böyle inkişaf edebileceğini söylerler…

Bâtınî (ezoterik) açıdan, bütün monoteist vahiyler aslında aynı ana kaynaktan gelirler, buna İbrahim’in Kuralı denir; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’ın bağlantılarını bize verir.

Bu çok allegorik, sembolik ve filozofik bakış açısının kâşifi de Rene Guénon’dur. Asrımızın başlarında, Doğu ve İslâm mistisizmine çok meraklı bir mason olan Rene Guénon, Mısır’dan Şeyh Abd el-Rahman İllayş ile yakın münasebetler kurar. Alexandria Locası’nda (Grand Orient), 1864’te onu tanıtır ve bu sâyede keşfettiği, 13. Asır’da yaşayan Abū `Abd Allah Muhammad b. `Ali b. Muhammad b. al-`Arabî al-Hātimī al-Tā’ī (Arapça: أبوعبداللهمحمدبنعليبنمحمدبنالعربيالحاتميالطائي), kısaca Muhyiddin ibn Arabî’nin (1165-1239) mânevî üstâdlığından bahseder. Kabbalizmin, tasavvufun ve masonluğun iç içe olduğunu söyleyerek, sonunda kendisi de İslâm dinine geçer ve Mısır’da evlenir.

Bu inanç “gizli bir hazine idim bilinmeyi istedim” yâni bütün varlıkların ve evrenin Tanrı’nın yansımaları olduğu anlamını taşır; insanların Allah’tan gelip yine Allah’a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insanoğlu Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarından geçer ve en sonunda Hakk ile Hak olur. Seyyid Nesimi ve Hallâc-ı Mansur’un kendilerini ölüme götüren “En-el Hak” sözü, bu inancın yansımasıdır. Dönemlerinde dinden çıkmakla, sapkınlıkla ve şirkle suçlanmış ve anlaşılamamışlardır. Derler ki Hallâc-ı Mansur, derisi yüzülerek öldürülürken şu sözleri söylemiş ve Allah’tan kaatillerini bağışlamasını dilemiştir: “Yâ Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler, bilemezler”.

Vahdet-i Vücûd” tâbiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi’nin eserlerinde bu kelimeler ile adlandırılmaz. İfâdeyi ilk kullanan, İbn Arabi’nin talebesi Sadreddin Konevi’dir.

Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kâimun bizatihî) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ’nın varlığıdır. Bu varlık zaman ve mekânın üzerindedir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabûl etmez. Ancak Hakk, zâtı itibâriyle değil, sıfat ve fiilleri itibâriyle bütün sûret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran bütün kâinat ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O’nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Vahdet-i vücûd, Panteizm’deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sâdece içkinliğini savunmaz; yâni “her şey Tanrı’dır” demez. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü de tasavvur etmez ve savunmaz. Zâten her şey Tanrı’dandır, O’ndan sudûr eder.

Sudûr (sâdır olma, meydana çıkma, olma: emanation) nazariyesine göre kâinat, İlâhî Varlık’tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (extantion) yoluyla meydana gelmiştir (Büyük Patlama’yı hatırlayınız).

Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde Plotinus’un düşüncesine dayanır. Plotinus’a göre her şey (kâniat) kendisine “varlık” sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil hâlinin de üstünde olan, diğer bir ifâde ile varlık sözünün ifâde ettiği mânâyı dahi aşan, transandantal olan İlk İlke’den sudûr etmiştir. O, İlk İlke’nin “tekliği” (vahdet) üzerinde titizlikle durur. Her şeyin İlk İlke’den sudûru (taşması, çıkması: emanation), her şey ancak O’nunla var olur anlamına gelir.

Plotinos’un İlk İlkesi’ne Farâbi ve İbn-i Sina Vâcib Varlık (Vâcibu’l-Vücûd) derler. İbn-i Sina’ya göre metafiziğin temel konusu, “Vücud-u Mutlak” olan Allah ile yüce varlıklardır. Vücut (var olan) üçe ayrılır: Muhtemel varlık veya ortaya çıkan ve sonra yok olan varlık; Muhtemel ve zarurî varlık (tümeller ve yasalar evreni, kendiliğinden var olabilen ve bir dış sebep sâyesinde gerekli olan varlık); özü gereği gerekli olan varlık (Allah). İbn-i Sina Allah’ı “Vahdet-i Vücûd” yâni ‘varlığı zarurî olan’ olarak tefsir eder.

Bu inancın en büyük temsilcileri Hacı Bektaş Veli, Yûnus Emre, Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî gibi büyük Türk İslâm mutasavvıflarıdır.

Vahdet-i Vücûd konusu, İslâm topraklarında asırlardır tartışılan ve tarafların kimi zaman birbirlerini cehâletle, sapkınlıkla (zındık, mülhid gibi) ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur.

Aralarında sûfi ve selefîlerin de bulunduğu bâzı Müslümanlar Vahdet-i Vücûd ve Panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak, ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bâzı Müslüman ulemâ ve sûfiler ise her iki kavramın birbirlerinden tamamen ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Bâzı selefî yazarlar Vahdet-i Vücûd anlayışını, onun Hindu felsefesiyle etkileşime giren Arapların mamûlü olduğunu ileri sürerek eleştirmektedirler. Arapçası السلفية olan bir İslâm mezhebi olan Selefiyye Mezhebi, akıl ve nakil (Kur’ân ve Sünnet) konusunda mutlak nakle inanır; aklı, sahih nakle tâbi görür. İman esasları ile ilgili konularda Kur’ân ve Sünnet’teki açıklamalar ile yetinip bunları aynen kabûl eder. Bu kabûle müteşâbihler de dâhildir, te’vîl (görünür anlam dışında bir başka anlamda kabûl etme) etmemekle beraber, cisimleştirme (yâni tecsîm) de yapmazlar. İlginç olan şey, bâzı selefilerin de Kabala ile benzerlikler üzerinde durmalarıdır.

Bir sûfi olan İmam-ı Rabbani Ahmed El Farukî El Sirhindi, (d. 1563 – ö. 1624, Hindistan’da yaşamış olup, genel olarak Nakşibendî tarikatı mensubudur fakat Kadiriyye, Çiştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da muteber bir yeri vardır. Nakşibendî tarikatının Müceddidiye kolundandır. Vahdet-i Vücûd’un, sûfinin mistik yolculuğunda (seyr-i süluk) karşılaştığı ve Hak’kın varlığında kendi varlığını yok olmuş görerek, sâdece tek bir varlık olduğunu zannettiği bir hâlden ibâret olduğunu söylemiştir. Ancak, bu hâlin daha üstün makamlarda aşıldığını, dolayısıyla da sûfinin yaşadığı en üstün makam olarak görülmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirmiştir. Vahdeti Vücûd kavramına karşı Vahdet-i Şuhûd kavramını getirmiştir ve evrenin mevcudiyeti ile Mutlak Varlık (Vücûd-u Mutlak) arasında kesin bir ayırım yapılması gerektiğini özellikle belirtmiştir. Hayatı boyunca Ehl-i Sünnet ekolünü savunmuştur. Mektuplarında, yaşadığı hâlleri ve tecrübeleri anlatması, sonraki sûfilerin özel bir ıstılahî kaynağa sâhip olmasını sağlamıştır. Yâni İslâmiyet’te akılcılığın değil, nakilciliğin baş mimarıdır.

Sûfiler ise bu tenkitleri hem bâzı âyet ve hadisleri kullanarak, hem de Vahdet-i Vücûd’un Panteizm (her şey Tanrı’dır) gibi bâzı felsefî ekollerden farklarını ortaya koyarak cevaplandırmaya çalışmışlardır. Bâzıları da Vahdet-i Vücûd için sâdece transandansı vurgulayan Panteizm değil, hem transandansı, hem de transandansı ihtiva eden Panenteizm tâbirinin kullanımının daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Vahdet-i Vücûd ile ilgili Panteizm’le de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin (âlemin) ezelîliği (kadimliği) bahsi geçmektedir. Vahdet-i Vücûd’u savunanlar, âlemin Allah’ın ezelî ilminde bulunması sebebiyle ezelî olduğu, ancak haricî varlığı itibâriyle ezelî olmadığı (hadis) yönünde savunma getirmişlerdir.

Hâlbuki ezel de, ebed de mahlûktur (yaratılmıştır). Her şey tek bir Hakikat’in tecellileridir, o da Allah’tır (Tanrı, Tengri, Gott, God, Lord vs.).

Rene Guénon, Mâbediyyun Şövalyeleri’nin (Knights of Abraham’s Temple) dünyâ görüşleri, ezoterik öğretileriyle bu üç monoteist dinin ve masonluğun akrabalığından dem vurur.

Daha da ileri giderek, Jung’dan da iktibaslarla, bütün masonik allegorilerin arketipal menşelerinden ve kullandığımız, onları bize çağrıştıran sembollerin de stilistik ortaklıklarından bahseder ki, bu da esasen Vahdet-i Vücûd’dur ve Batı zihniyetiyle en yakın karşılığı Panenteizm’dir

*

En çağdaş felsefî anlamıyla, Hermeneütik, her kim herhangi bir konu veya şey hakkında bir fikir öne sürüp, ona göre yorum yapıyorsa, bu o kişinin doğrusu ve gerçeğidir.

Bu, başkalarına çok saçma veya ahmakça gelse dahi, çok basitçe böyledir.

Unutmamak gerekir ki, günümüzde bilimsellik nâmına çok saçma bulduğumuz, şizofrenik veya psikotik olarak düşündüğümüz paleolojik, majik ve paralojik düşünceler sâyesinde insanlık inkişaf etmiş, pek çok “deli” bizi bugünlere getiren büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Tabii, aklın verdiği süzgeç, kuvvetin verdiği güç, güzelliğin süslediği tefsirlerimizin dâima ilmin desteğini de arkasında taşıması gerektiğini asla unutmamalıyız.

Hermeneütik, asla saçmalamak anlamına gelmez, gelmemelidir de

Akıl hastalığı, hezeyan ve inovasyon, esinlenme, Platoniyen bir “anamnesis” yaşamak, arketipal bir rûyadan sonra heyecan dolu bir keşifle uyanmanın ne kadar doğru, akıllıca ve işlevsel olduğuna zaman karar verecektir.

Esasında bunların hepsi de, hayat da, Masonluk da bir oyundur

*

Sözlerime son verirken bir şeyi tekrar hatırlatmak isterim: Sosyal bir kurum olarak dinin hem makbûl hem de çok tehlikeli yönleri vardır.

Buradaki çabam tamamen bir Hermeneütik arayıştan ibârettir.

Benim bir tek dogmam vardır, o da Tanrı’ya (İslâmiyet’te Allah, başka dinde başka isimle) imân etmemdir.

Pek çok kutsal metindeki alenen akla ve ilme ters düşen şeyleri çağdaş bir gözle kavrayabilmenin, en azından anlamlandırabilmenin tek yolu hermeneütiktir.

   Ve bu sahada hiç kimse asla en son sözü söyleyemez!

      Bunlar sâdece fakıyrın fikriyatıdır.

         Ne bir câmianın, ne de Masonluğun ana fikridir.

            Bilim ve Ütopya grubunun zannettiği gibi Atatürk de îmansız değildi.

               Sevgim ve saygımla…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 02 Ekim 2011 Pazar

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©