KİMDİR BU FEYZİOĞLULAR?

M. Kerem Doksat      8 Ocak 2014 Çarşamba      13681

 

Turhan Feyzioğlu, 1922’de Kayseri’de dünyaya gelir.

1988’de Ankara'da hayata gözlerini yumar.

İlköğretimini Kayseri'de, orta öğrenimini ise Mektebi Sultani'de  tamamlar. 

İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra da İngiltere’ye gider. Orada Anayasa Hukuku Doktorasını bitirip, 1955’te vatana döndüğünde, bu ülkenin en genç profesörü unvanını da kapmıştır.

Daha sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Dekan olur. Fakültenin yayını olan “Forum” dergisindeki makaleleri sebebiyle iktidardaki Demokrat Parti ile ters düşer ve hakkında kovuşturma açılınca da, üniversiteden istifa eder.

 

Gönlü memlekete hizmet aşkıyla yanmaktadır ve bir süre sonra da CHP’den siyaset arenasına atlar. 

1957’de Sivas Milletvekili seçilir.

27 Mayıs Darbesini müteakip, ODTÜ Rektörlüğüne seçilir.

1961 yılında, Kurucu Meclis’te Üniversite Temsilcisi olarak, Anayasa Komisyonu Başkanlığına getirildi.

1961’deki seçimlerde Kayseri Milletvekili olarak yine TBMM’ye girer ve II. Gürsel Kabinesi’nde Millî Eğitim Bakanlığı, ilk koalisyon Hükûmetinde Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yapar.

CHP’nin “Ortanın Solu” sloganını benimsemesi üzerine, partideki Genel Sekreterlik görevini bırakarak, 47 milletvekili ve senatörle birlikte CHP’den ayrılıp, Güven Partisi’ni kurar.

Kayserili ve tamamen Liberal, hâttâ das Kapital ruhlu bir politikacının “solculuğu” da ancak bu kadar olabilecektir tabiatıyla…

İçi rahat etmez…

Cumhuriyetçi Parti’yle Güven Partisi’ni birleştirerek Cumhuriyetçi Güven Partisi’ni doğurur ve başına geçer. 12 Eylül Felâketi’ne kadar da Genel Başkanlığını sürdürür.

Artık cepheler dönemi başlamıştır!

1975’te, Çoban Sülü Başbakanlığındaki I. Milliyetçi Cephe Hükûmeti’nde,1978’deki Halkçı Ecevit Koalisyonunda Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini birlikte deruhte eder.

Gene Çoban Sülü’nün 1979’da kurduğu Azınlık Hükûmetini dışarıdan destekler ama bu kadar entrikadan, yalan dolandan bunalır ve 1980’den sonra aktif siyasetten çekilip köşesine döner.

CHP’den ayrılana kadar Gelecek Genel Başkan olarak görülür. Ancak, romantik tabiatlı ve şâir ruhlu, lise mezunu Bay Rahşan’ın güçlü çıkışı karşısında, kendi partisini kurmuştu.

12 Eylül sonrası, Kenan Evren bütün partileri kapattırır. Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'nu Başbakan yapmaya karar verir. Bâzı generaller karşı çıkar: “Eski liderler gözaltında. Küçük bir partinin genel başkanını Başbakan yapmayalım” derler. Feyzioğlu Başbakan yapılır, 5 saat sonra da karar geri alınır.

Eh, bu kadar kumpasa, devlet içinde devlete daha fazla tahammül edemez Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu ve 66 yaşında iken kâlp krizinden şak diye gidiverir.

Leyla Feyzioğlu Cıngıllıoğlu ile evlidir ve Saide Buçukoğlu’nun (1950-1969) da pederidir.

Hayrülevlât olarak da bizlere oğlunu emanet eder…

 ***

Metin Feyzioğlu (d. 7 Temmuz 1969, Kızıltoprak, Kadıköy, İstanbul), Türk Ceza Hukuku Profesörü. Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu ve Leyla (Cıngıllıoğlu) Feyzioğlu'nun kızı Saide (Feyzioğlu) Buçukoğlu (1950-1969) ile Mehmet Buçukoğlu (1945-) çiftinin tek çocuğudur.

Annesi doğum sırasında vefat edince, dedesi ve anneannesi tarafından evlât edinilir. 1986 yılında TED Ankara Koleji'nden, 1990 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olur.

1992 yılında Kamu Hukuku yüksek lisansını tamamlar. Kamu Hukuku alanında 1995 yılında doktor unvanını alır. 1996 yılında mezun olduğu fakülteye Ceza Hukuku alanında Yardımcı Doçent olarak tayin edilir. Columbia Üniversitesi’nde Hukuk İngilizcesi sertifikasını alır.

2000 yılında Doçent, 2005 yılında Profesör olur. Bu muvaffakiyetler sisilesini 2007 yılında Dekanlık takip eder ve bu görevi bir yıl sürdürür.

1991 yılından beri kayıtlı olduğu Ankara Barosu’nun, 10 Ekim 2010 tarihinde Başkanlığına seçilir.

18 Temmuz 2012 tarihinde, Bilim Yönetim ve Kültür Platformu kontenjanından CHP Parti Meclisi üyesi olur. Evli ve iki kız çocuğu babasıdır.

Efkârıumumiyenin kendisi ilk yakinen tanıyışı, kendilerine “polis” diyen kalpaklı ve silâhlı bir güruhun Çankaya’daki “lüks eğlence yerlerini” basıp, kimlikleri toplamaya kalktığı meş’ûm gövde gösterisinden sonra gündeme GÜM diye düşer!

Şiddete şiddetle değil, azim ve efendilikle karşı çıkar ama blöfü de yemez. “Beni ve ailemi ve içeri atın” diye önlerinde durur. Sinir hârbini tabii ki o kazanır ve Kubilay’dan sonraki belki de en anlamlı direnişe imza atar.

Şişe dibi gibi gözlükleriyle, belki de Osman Bölükbaşı’dan sonra en çok kendi kendisiyle alay edebilen, mizah yeteneği en çok gelişmiş ve politika kelimesindeki mündemiç “çok yüzlülük” talihsizliğinden tamamen uzak bir Türkiye sevdâlısıydı Rahmetli…

800 sene savaş görmemiş bir şehrin eşrafı da nev’i şahsına münhasırdır kaçınılmaz olarak…

Bizim orada ticareti beceremeyeni okuturlar”.

Hukukun bittiği yerde guguk başlar”.

Bu kararnâmeyi göremedim, herhâlde kör olduğum içindir”.

***

Gülümüz ve Devletlû dahi istişareden kaçınmazken, Bay Pesküvit’in bu kulakları her türlü istihbarata açık, belinin üst kısmı bacaklarından daha yapılı ve heybetli adama randevu vermemesi çok mânidardır.

İşine gelmemiştir herhâlde çünkü kendisine Başbuğunu, Üç Hilâlcileri, belki de bâzı cemiyetlere duyduğu allerjileri aklına getirmesi mevzuubahis olmuş olabilir.

O takdirde de, şöyle bir tarihe bakıp, Başbuğu hakkında Emin Çölaşan’dan nakille okuduğumuz gerçekleri inkâr etmesi gerekir.

Arzu ederlerse burada da epey malûmat mevcut…

Devir üç beş iltihak oldu diye mağrur olmak değil, asgarî müşterekte birleşerek, derhâl bir Millî Mutabakat Hükûmeti kurmaktır.

O Bozkurt Selâmlarıyla, Üç Hilâlli suratlarla ve çatlayan sesli, hâlâ kâğıttan okunan fevrîce lâflarla muktedir olunmaz; Göktengri tam zıddından korusun…

Neslim’lerin evindeki pencerelerin kulplarını (Espanyolet diyorlar Smriya’da) tamir etmeye gelen ustabaşı da aynen öyleydi.

Bunlar, nasıl da tehlikeli bir kutuplaşmanın, hizipleşmenin ve gümbür gelen iç savaşın alâmetidir!

Bakın bu konudaki teorilerin hulâsası ne?

***

Nüfus sayısı ile millî gelir arasındaki ilişkileri nazarı itibara alırsak, sâdece dinî ve siyasî düşüncelerle nüfus artışının lüzumunu ileri süren görüşler varsa da bunları birer teori saymak güçtür.

Bu gibi görüşlere tarihte çok tesadüf edilmiştir.

Meselâ Protestanlığın kurucusu Martin Luther, “çoğalınız” yolundaki ilâhî emir uyarınca ve “Tanrı her kulunun rızkını verir” inancıyla halka genç yaşta evlenmeyi ve çok çocuk sâhibi olmayı telkin etmiş ve bu tez aşağı yukarı aynı esaslara dayanılarak diğer dinler tarafından savunulmuştur. Çeşitli yazarlar da nüfus artışını, özellikle, uyruk sayısında devletlerin kudretini, itibarını ve dünyadaki mevkiini belirleyen en önemli etkeni gördükleri için istenmişlerdir.

Bu yazarlar arasında -nüfus çoğalışında bâzı tehlikeler de sezmiş olmasına rağmen- Nicoolo Marchiavelli’yl zikretmek gerekir.

Merkantilistler (mübadeleciler) yine aynı gruba katılabilir.

Ancak bunlar “büyük” bir nüfusu, yalnız devletin siyasî ve askerî kudretini arttırdığı için değil, aynı zamanda gelişmesine çok önem verdikleri sanayinin bol işçi bulabilmesi için de zaruri görmüşlerdir.

Denilebilir ki asıl nüfus teorileri, nüfus artışının iktisadî etkilerinin ihtiyaç maddeleri üretimini de hesaba katarak araştırılmasıyla başlamıştır. Mes’eleyi bu faktörü göz önünde bulundurarak incelemeye çalışmış olan yazarlar öteden beri vardı. Bunlara -arazi büyüklüğünün konu bakımından önemini gözden kaçırmamış olan bâzı Eski Çağ düşünürlerini aralarına katmadan- G. Botero. A. Giovenesi. G. Ortes. R. Canti Hon, Benjamin Franklin, J. Nöser misâl gösterilebilir.

Ancak, ekonomi bilimi henüz oluşmamış, bâzı iktisadî bağıntılar, özellikle gıda maddeleri-üretiminin seyrini etkileyen azalan verim kanunu lâyıkıyla belirmemiş olduğundan, bu araştırmalar derine gidememiş ve dikkati çekmemiştir.

Bu hususta en önemli adım, nüfus sorununu o sıralarda vücut bulmuş olan ekonomi ilminin bâzı bulgularından faydalanarak tetkik etmiş olan Thomas Robert Malthus tarafından atılmıştır (1766 - 1834) İngiliz nüfus bilimci ve politik iktisat teorisyeni. Karamsarlığıyla şöhret kazanan Malthus, her ne kadar daha çok Thomas Malthus olarak anılsa da, kendisi, Robert Malthus olarak tanınmayı tercih etmiştir.

Bu teoriye göre nüfus geometrik, azalan verim kanununa tâbi olan gıda maddeleri üretimi ise aritmetik müterakkilikle (henüz gelmemiş, gelecek) artmak eğilimindedir. Bundan dolayı nüfus sayısı gıda maddeleri arzını aşabilir ve açlık ve sefalete yol açabilecek olan bir nüfus artışını önlemek için insanların ahlâkî cebri nefis (moral restraint) yoluyla, yâni cinsî münasebetlerde imsak göstererek doğumları sınırlandırmaları lâzımdır.

Malthus Teorisi büyük yankılar yapmış, nüfus siyasetini etkilemekle beraber bugüne kadar devam eden münakaşalara konu teşkil etmiştir. Teorinin Jean Babtiste Say, John Stuart Mill gibi hararetli taraftarları çıkmışsa da, onu kısmen veya bütünü ile reddedenler de bulunmuş ve aleyhteki fikirler zamanla kuvvet kazanmıştır.

Bunun sebebi, sanayi memleketlerinde On dokuzuncu Asır’da vuku bulan gelişmelerin Malthus’un bâzı iddialarını yalanlar nitelikte olmasıdır. Gerçekten nüfus hızla artmış, fakat adam başına millî gelir düşeceği yerde, bilâkis yükselmiştir. Ayrıca gelir artmaya devam ettiği halde 19. Asrın ikinci yarısından itibaren doğurganlık azalmaya ve 20. Asır’da nüfus çoğalışı yavaşlamaya başlamıştır.

Teorinin aleyhinde olanlar üç grupta toplanabilir:

1 — Sosyalistler sefaletin nüfus çokluğundan değil, işçinin hak ettiği ücreti almasını önleyen Kapitalist rejimden doğduğunu ileri sürerek Malthus’a karşı çıkmışlardır. Karl Marx, bu fikri, doğum sayısıyla aile büyüklüğünün, ücret seviyesi ile ters orantılı olduğuna işaretle desteklemek istemiştir.

2 — Başlıca temsilcisi Herbert Spencer olan bir ekol, tenkitlerini, biyolojinin bâzı bulgularına dayandırmıştır. Bu bulgulara göre organizmanın kompleksliği, farklılığı ve hareketliliği arttıkça doğurganlık gerilemektedir. Dolayısıyla ferdin tekâmülü (Spencer’in tabiriyle indiriduation vetiresinin ilerlemesi) ile üreme meylinin zayıflamasını beklemek lâzımdır ve nüfusun geometrik bir dizi Şeklinde artması bahis konusu değildir.

3 — Malthus’a karşıt olan iktisatçılardan Friedrich List, bir alanın kaldırabileceği nüfus sayısının, toplumun hangi gelişme basamağında bulunduğuna bağlı olduğunu, avcılıktan hayvancılığa, hayvancılıktan tarıma, tarımdan sanayiye geçilmesi ile bu sayının gittikçe arttığını ve yeni keşif ve ilerlemelerle daha da artacağını, böylece nüfus mes’elesinde üretim sistemi ile uygulanmakta olan teknolojiyi ve bunları geliştirme imkânlarını hesaba katmak gerektiğini belirtmiştir. Diğer iktisatçılar da nüfus çoğalışının çalışmayı kamçılamak, sosyal iş bölümünün arttırılmasını mümkün kılmak ve piyasayı genişletmek suretiyle bu gibi ilerlemelere sâik olduğuna işaret etmişlerdir.

1920 yıllarında konu ile yakından ilgilenmiş olan Franz Oppenheimer denizlerden, nehir ve göllerden, çöl ve steplerden daha iyi faydalanmak suretiyle, dünyanın 200 milyar kadar nüfus kaldırabileceğini tahmin etmiştir.

Bununla beraber, Malthus’ü tutanlar, bâzı formüllerinin yanlış olduğunu kabûlle beraber ana fikirlerinin doğru olduğunu ileri sürenler, 20. Asır’da da eksik olmamıştır. Keynes, Birinci Dünya Hârbi ardınca İngiltere’de baş gösteren işsizliği, kısmen, doğum oranının 20-30 yıl evvelki yüksekliğine atfetmiş; nüfus artınca, çalışma hayatına katılacak munzam insanları geçindirecek işleri yaratmak üzere, yatırımlara lüzum olduğunu ve bunlar için gerekli sermayelerin kolayca sağlanamayacağına işaret etmiştir. İsveçli iktisatçı Knut Vvicksell, bütün Avrupa memleketlerinde nüfusun optimal sayıyı aşmış bulunduğu ve adam başına geliri yükseltmek için azalması gerektiği tezini savunmuştur.

Bugün hâkim olup optimum nüfus teorisi adı verilen görüş bu çeşitli fikirlerin sentezi ile meydana gelmiştir. Esası şöyle özetlenebilir:

-Her nüfus artışı, adam başına millî gelirin düşmemesi için, yatırım yapılmasını gerektirir. Munzam nüfusun istihdam edileceği işleri yaratmak. kendi hesabına çalışacakları araçlar ve işletme sermayesi ile donatmak, ayrıca konutların sayısını arttırmak, eğitim, halk sağlığı. Ulaştırma gibi hizmetleri genişletmek lâzım gelir, öte yandan her alanın, kolayca verimlendirilebilecek tabiî servetlerinin büyüklüğüne, tarımsal üretimin azalan verim kanununun ne derece etkisi altına girmiş olduğuna, üretimin yapısına ve uygulanmakta olan teknolojiye göre belirlenen optimum bir nüfusu vardır. Bu nicelik, mesele İktisadî bakımdan incelendiğinde, mevcut tabiî İktisadî ve teknolojik kadro içinde adam başına millî geliri maksimuma çıkaracak nüfus sayısı olarak tanımlanabilir. Bağlı bulunduğu faktörlerden çoğunun millî gelire katkısını ölçmeye imkân olmadığından optimumu rakamla ifâde etmek güçtür ve bu maksatla yapılmış olan bâzı teşebbüslerin sonuçları kanaat verici olmamıştır. Esasen optimum nüfus sâbit olmayıp, üretimin yapısı ve teknoloji ile değişir.

Meselâ memleket sanayileşince ve tarımda daha intensif usûllere geçilince yükselir. Nüfus artışının ekonomik etkileri optimuma varılmadan evvel veya sonra vuku bulduğuna göre fark eder. İlk hâlde olay güçlük doğurmaz. Çünkü bu hâlde munzam nüfusa iş sağlamak için yapılacak yatırımlar külfetli değildir.

Optimum aşıldıktan sonra, nüfus çoğaldığı zaman durum değişiktir. Bu halde munzam nüfusa iş sağlayabilmek için, uygulanmakta olan üretim usûllerini ve teknolojiyi ıslah ederek optimumu yükseltmek lâzımdır. Örneğin tarımda toprağı su- Jamak, gübre ve daha iyi tohumlar kullanmak suretiyle nadas usûlünden münavebe usulüne geçilecek, sanayi ve hizmet sektörleri genişletilecektir. Emekten ziyade sermayeden tasarruf sağlayıcı usûllere başvurulsa bile bunlar ilk hale nazaran çok daha büyük yatırımları icap ettirir.

Meselâ imalât sanayinde munzam bir işçiye yer temini için gerekli yatırımın şubeye göre 5000-20000 dolar arasında oynadığı hesaplanmış ve bu miktar 1959-62 döneminde Türkiye’de özel sektörde 48000 lira, devlet sektöründe 134400 Liraya varmıştır. Kaldı ki eğitim, konut, halk sağlığı, ulaştırma gibi alanlarda da yatırım yapılacak ve munzam nüfusun bir kısmına bunlar iş sağlayacaktır. Bütün bu yatırımlar için lüzumlu sermayelerin bulunması, hele adam başına millî gelirin düşük ve nüfus artışının hızlı olduğu memleketlerde, pekâlâ mümkün olmayabilir. Esasen mesele yalnız bir sermaye meselesi değildir. Teknolojik ıslahat ayrıca, dinamik bir zihniyet, çeşitli teknik ve iktisadî bilgilerin varlığı gibi diğer bir çök şarta da bağlıdır.

Nüfus artışında mevcut, ıslahata sâik olucu ve zemin hazırlayıcı kuvvetlerin bu engelleri daima yeneceğine hiç bir sûretle güvenileınez.

Sermayesizlik ve diğer şartların yokluğu dolayısıyla üretim usûlleri ve teknoloji yeteri kadar ıslah edilemediği takdirde de nüfus artışının adam başına geliri düşüreceği veya yükselmekten alıkoyacağı açıktır. Nitekim bugün nüfusları şiddetle çoğalan geri kalmış memleketlerin büyük bir kısmında, gelişme için kısmen dış kaynaklardan temin edilen Önemli meblâğlar harcanılmış olduğu halde adam başına millî gelirlerde sezilir bir artış olmamıştır. Bunun senelik artış oranı 1950-1966 arasında Hindistan ve Indonesia’da düşük yüzde J seviyesinde, Seylan’da hâttâ bundan da aşağı bulunmuştur. Dolayısıyla bu memleketlerle gelişmiş ülkeler arasındaki hayat seviyesi farkı gittikçe büyümüştür.

Buna göre, nüfus artışının etkileri hakkında genel bir hüküm verilemez. Bu etkilerin yapılabilecek yatırımların ve toplumdaki kültürel ve sosyal şartların ışığı altında incelenmesi lâzım gelir; lâfzı yerine ruhu göz önünde bulundurulduğu takdirde, Malthus Teorisi için de mutlak olarak sakattır denilemez.

Gerçekten sanayi memleketlerinde 19. Asır’da mevcut olan şartlar altında işlememiş olan bu teorinin bugün geri kalmış memleketlerde hükmünü gösterdiği söylenebilir.
Almancası: “Bevölkerungstheorien”.

Fransızcası: “thories de la population".

İngilizcesi: “population theories”.

***

SONUÇ

Bu genç adamdan ne politikacı ne de başbakan vs. olur.

Olursa da bütün selâhiyeti ister ama Führerleşmez; tam aksine, demokrasiyi hücrelerimize kadar işler. Tıpkı Hocası Mustafa Kemâl gibi…


O değerli bir mütefekkir, lider, aksiyon ve kanaât önderi olarak bu ülkeye çok büyük hizmetlerde bulunacak.

Bundan zerre kadar kuşkum yok!

Kapıdan kovalayacağınıza, bacadan misafir ediniz.

Sonra da ibret ve ders alınız efendiler…


Basın mensuplarının toplantısına dikiz!

Ha, bir de önemli not:

Cengiz Babacan da, Güler Sabancı da, tıpkı fakıyr gibi, TED'lidir.

Eh, Sevgili Füsun Önal da öyledir.

Canım ciğerim Esin Afşar da bizdendi...

İşte bu kadar!

Mehmet Kerem Doksat –Tarabya – Şimdiki Zamanlar – 08 Ocak 2014 Çarşamba

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©