KISA ÖYKÜLER

M. Kerem Doksat      25 Mayıs 2014 Pazar      4869



HAZALDOĞU KANARYA

(Bu öyküdeki bütün kişiler ve tamamen hayâl mahsulüdür).

Ne zaman oraya getirildiğini, nasıl bırakıldığını asla hatırlayamıyordu.

Sıcak, kurşun gibi bir günde gözünü açtı ve şöyle bir gerindi, uzun uzun esnedi…

Babasının ismini dahi hatırlamak istemiyordu çünkü onun mu, yoksa “abi” dediği dokuz hayvandan birinin mi kendisinin üstünden geçtiğinden emin değildi.

Annesinin resmi vardı elinde…

Uzun uzun baktı ve gözyaşlarından birkaçı damladı.

“Ha siktir be, senin gibi baba mı olurmuş” diye haykırdı ama hemen toparladı kendini.

Kendine acımamak için yemin etmişti bir kere, ağlamayacaktı ve kaderinin lânetine katlanacaktı. Zaman da, vakit de gelmişti çünkü elinde bir akit varakası vardı.

Neriman Abla dediği kadınla tanıştığından beri, kendisine tam mânâsıyla analık yapmıştı.

Tek hatırladığı, "babam" dediği kişinin kendisini 5 milyar Lira karşılığında bir senet düzenledikten sonra, Lüks Neriman'ın Yeri ismindeki bu mekâna sattığıydı.

Âşık olamayacak kadar gençti buraya getirildiğinde.

Daha doğrusu, böyle bir mefhumun ne anlam taşıdığının dahi idrakinde değildi!

Nüfus kâğıdındaki remine bakıp tükürdü ama derhâl vazgeçti.

Ona yakışmazdı, o sıradan bir orospu da, hayat kadını da olmayacaktı.

Olamazdı çünkü daha yaşayacağı ve yaşatacağı nice güzellikler vardı.

Her şey tamamen geride kalmalıydı, yoksa bu hayata dayanması mümkün olmayacaktı.

"Acaba önce hangisi önce üstümden geçti" diye düşündü, gözyaşları usulca süzülerek.

"Yok yok, daha yaşanacak ve yapılacak çok şey var" diye geçirdi içinden. Âşık olacaktı, evlenip en azından üç çocuk doğuracaktı ve mâzideki kötülüklerden sonsuza kadar arınacaktı.

Zâten Neriman Ablası da ona çok iyi davranmış ve açık öğrenimden liseyi bitirmesini sağlamıştı. Hâttâ 150 metrekarelik bir oda da tahsis etmişti. Dimdik memeleri, sapsarı lüle lüle saçlarıyla, ideal bir Lolita olmuştu önceleri...

Sonra yaş 19'u buldu ve Neriman Ablası nazikçe rica etti: "Canım, yarın ilk işine gideceksin; vakit geldi"!

Uzun senelerdir televizyonlarda temaşa ettiği bir ağa ile çıkacaktı ilk işine.

Adam hapse girip çıkmış ve aklanıp paklanmıştı; onun Rus, Alman, Türk... her gruptan kadınlarla ilişkilerini seyretmekten yorulmuştu...

Derin bir nefes çekti sigarasından ama derhâl de söndürdü. Kim bilir kaç kere bileğinden teğet geçmişti o şerefsiz; hâttâ kör bir testereyle kesmeye dahi kalkışmıştı.

Hayır!

Asla intihar etmeyecekti! Bu zilleti ne kendine, ne ablasına, ne de başkasına yaşatacaktı. 

Üstelik, ablası da onun için her türlü fedakârlığı yapmış ve açık-öğrenimden liseyi bitirmesini de temin etmişti.

Bütün günü televizyonlara, bilgisayara ve diğer mecralara bakıp, kendisine bir hayat çizgisini bulabilmek için harcıyordu. Orospuluk, hayat kadınlığı veya başka bir şey... Hiç umurunda değildi.

Gene geçmişine daldı ve uzun uzun düşündü... 

Hoplaya zıplaya eş bulma programları yapılmaktaydı sürekli... Kim şu kadar ister, kim bu kadar bilmem ne yapar gibi yarışmalara da çıkabilirdi ama gözlerden ve gönüllerden ırak kalmak, Irak'ta, Suriye'de ve diğer komşu ülkelerdeki faciayla güzel beynini yormak istemiyordu.

Bu lânet olası pederim bu acayip ismi niye bana taktı diye düşündü...

Doğu kökenliydi, kanarya gibi de şakırdı ama haz almak diye bir şeyi hiç tatmamıştı ki... İlk işinden sonra zâten çok ünlü olması kaçınılmazdı. Zaman zaman istimna etse de, hiç kimseye kendini elletmemiş, saf ve sâde vasfını korumuştu. 

Derin bir nefer aldı ve aynanın karşısına geçti.

Katışıksız ve muhteşem güzelliğine baktı ve kendiyle oynamaya başladı. Derin solukları ve parmaklarının girip çıktığı oyuklardan aldığı zevkle o kadar muazzam bir orgazm yaşamaya başlamıştı ki, buna engel olabilecek tek şey tanrılar veya Tanrı idi... Akılına Freud geldi.

Bu panseksüel adamın yemediği halt kalmamasına rağmen, nedense hâlâ dünyanın, belki de fezanın en yaygın dinin yaratıcısı olmuştu. Parmağını ağzına soktu ve emmeye başladı. Bacaklarının arasından akan şey kan değildi; bir çeşit mutluluk akıntısıydı; bunu da takmayacaktı ve ilk işine çıkarken en güzel, en cezbeli ve en iyi işi çıkartacaktı. Ne de olsa yaptığı işi ta Uzakdoğu'da bir ismi vardı: Geyşalık.

Ağaya onu yaşatacaktı...

Bir DJ vardı, adı Cem Ceminay'dı.

 

Onun videosunu seyretti...

Belki de kendisini bu kişi meşhur edecekti. Duyumsadığı kadarıyla, Recep İvedik namlı osuran, sıçan, geğiren sanal karakterin yaratıcısı olan kişi de aslında onun çırağı olmuştu.


Belki de Hadise gibi bir hâdise yaratacaktı. O kadar da benziyorlardı ki....


Şöhret merdivenlerini tırmanacaktı ve onun yerini de alacaktı. 

Olağanüstü fiziğiyle sanki kendisinin aynasıydı...

Huzuruna çıkacağı ağa çok nev-i şahsına münhasır bir adamdı ve etrafında hep Ruslar, Ukraynalılar ve benzeri kadınlar vardı. Onlarla kendini asla bir araya koymuyordu, koyamazdı da zâten.

Her tarafta binaları yükselen ve zinadan da yanına yaklaşılmayan bu adama neden ve niçin "Ağa" dendiğini anlayamıyordu.

Ağalığın ne kadar feodal bir kavram olduğunu düşündü ve "ben bunlara mahkûm muyum, bir seks kölesi miyim diye" düşündü ve derin derin iç geçirdi...

Lüks Neriman'ın Yeri, Taksim'le Şişli arasında bir yerdeydi ve tam işe gidecekti ki, ortaklığın nasıl tomalarla ve polislerle doluydu!

Nasıl geçecekti, nasıl gidecekti ve işini nasıl yapacaktı?

Zâten doğru dürüst bir arkadaşı da yoktu; meslektaşları onu bir ikinci bir anne gibi görüyordu.

Bir de lâkap takmıştı diğer kadınlar kendisine: Hazal!

*** 

Derin derin iç geçirdi ve en son ne zaman, nerede, nasıl haz aldığını düşündü. Kendisini hiç teslim etmemişti ki. Tek bildiği, işini doğru dürüst yapmaktı. 

Abla dediği Neriman Hanım, kendisine muhteşem bir adet bilgisayar da hediye etmişti ve orada yaptığı bestelerle, yazdığı güftelerle dünya çapında bir kişi olmuştu ama bunları hep müstear isimle yapıyor, her tarafa yolluyordu. Kullandığı programı İzmir'deki Alper Kaya isimli bir ALS'li hekim yollamıştı kendisine. Onun da tek bir kızı vardı, Ece. Psikoloji okuyordu ama  hayata sımsıkı sarılmıştı...

Bunların kime ait olduğunu, nasıl olup mükemmeli yakaladığını anlayamıyordu hiç kimse. Çok canı sıkkındı çok... Küçücük bir odası vardı, oradaki minnacık ekranlı televizyonundan bütün dünyayı cam gibi seyredebiliyordu. Her tarafta kan, vahşet ve şiddet vardı.

Oradan Atatürk'ün hayatını da okumuştu ve onu çok sevilmişti. Kanal B'ye baktı, Prof. Dr. Mehmet Haberal'ı gördü. Ankara'da hasta başı viziti yapıyordu. Bembeyaz saçları ve mağrur çehresi onu çok etkiledi... Karadenizli olmayanlara pek yüz vermediğini duymuştu; acaba Doğulu olduğu için kendisine yüz vermez miydi?

"Acaba ona mı gitsem" diye geçirdi aklından... Sonra, Bütün Dünya dergisine baktı; çok zengin bir bilgi kaynağıydı. Acaba abone mi olsaydı? Bunun için de posta parası, e-mail, dekontlar ve bir sürü teferruatla uğraşmak zorundaydı. Zâten o dergideki makalelere de İnternetten ulaşabilirdi ne zaman arzu ederse. Fantastik ve bol allegori dolu şeyler için televizyonlar da fena bir kaynak sayılmazdı.

Buna hâcet yoktu ki; çok sağlıklı ve iyiydi. Amerika Birleşik Devletleri ve oradaki olanlara baktı. A Millî Futbol takımı antrenman yapıyordu. Fatih Terim, artık biraz da olsa, geri plana çekilmişti.

Derin bir nefes aldı ve tekrar tekrar tefekkür ve tefelsüf etti: "Ben gerçekten Selfie miyim" diye iç çekti. Etraftaki Mahşerî kalabalığı görünce, derin bir iç çekti. Henüz işe gitmek için ortam müsait değildi. 

Tekrar içini çekti ve 85 metrekarelik küçücük dairesinde oturdu bilgisayarının başına... Oradan yaptığı bestelerin ve güfteleri herkese, bütün sanatçılara yolluyordu. Bunlar arasında kimler yoktu ki. Saymakla bitmezdi. Ortalıktaki puslu ve gazlı havayı görünce, burnunu hemen içeri çekti ve penceresini derhâl kapattı. 

Kendine baktı tekrar aynada ve çok ama çok güzeldi.

Bu aynalar insanın bizatihi perdesiydi. Tek fark da, baktığında kendisinin tam aksini görüyordu. O sağda, imgesi soldaydı. Acaba bir türlü haber alınamayan bu hoca da öyle miydi? Kim bilebilirdi ki...

"Bu ne kadar ilginç bir şey yâhu" diye düşündü. Bu mefluç adam, tek başına, bir bilgisayardan bütün âleme yetiyordu. Minnet ve şükranla doldu. Tek başına dans etmeye başladı odasında.

Her ne kadar Kürt kökenli olsa da, aslında Türkmen olduğunu fark etmişti. Şivan Perver de öyleydi. Kendi kendine dans ediyordu ve mağrurdu. Hep "ben, beeeen, beeeen" diyecek ve aklına mukayyet olacaktı. Biberi çok severdi ama gazı hiç hoşuna gitmemişti. İçine kasvet ve rikkat çöktü. Elif Çermik nasıl da vefat etmişti.

Değer miydi?

Çatı katındaki küçücük dairesinde dolanıp durmaya başladı. Kapı kapı dolaşsa bir şeyleri değiştirebilir miydi? Hiç sanmıyordu ve pek hüzünlendi. Meşhur bir deyim geldi aklına: "Kim siker Yalova Kaymakamını" diye. Sırrı Sakık 1 oyla galip gelmişti ama hâlâ rey sayımı sürüyordu. 

Biraz da Deniz Seki'ye benziyordu ve onun kaderini düşündü. Artık ne sigara içecekti, ne de ot. Zaten ottan hiç tatmamıştı.


Bu güzel kadını bir kere Q-Bar'a gizlice sokuluverdiğinde görmüştü...

Aklına ağabeylerinin ayak kokuları geldi. Allah bilir, hangisi kendisini taciz ederken, orasını burasını mıncıklarken bu kokuları binlerce kere hissetmişti.

"Artık istikbale bakacağım ve geriye hiç dönmeyeceğim" dedi. Soma'da çekilen bıçaklar, Volkan Topuz ve arkadaşlarının yaptıkları çok vahimdi. Soyadı da Kanyılmaz'dı. garip bir mânidar tesadüf bu diye düşündü; kanı akmıştı çünkü...

Bu Barack Obama da garip bir adamdı. Karısını sürekli olarak beyaz kadınlarla aldatıyor ve sigara da içiyordu. Jay Carner görevinden ayrılmak için huzura çıktığında, paldır küldür yere düşmüştü. Bunun da sonu Kennedy gibi mi olacak diye geçirdi aklından. MM ile karısını çok aldatmış, Katolik olmasına rağmen FED'e meydan okumuştu.

Aslında bu FED'in başındakiler de Oğuz Türkleriydi ve 13. Kabile olarak anılırlardı. Öyle demişti Arthur Keostler ünlü kitabında.

Sonra Semavi Dinlerin kitaplarını tetkik etti. İyi hoş da, hepsinde nefret ve kin vardı. Birkaç güzel söz hâriçti: Oku, İkra vs. Sonrasında herkes diğerlerini ötekileştiriyordu.

Şu süreç denen şeyin anlamsızlığını düşündü. Hele tape denen şeyin bildiğimiz teyp kaydı olduğunu bal gibi biliyordu.

"Lahey'deki adamlar bize hangi hakla karışabiliyor" diye kızdı ama Ege'deki tatbikat yüzünü güldürdü. Demek ki bu memleket bitmemişti ve bitmeyecekti. Japonlar, Aztekler, Kızılderililer... hep Türklerle akrabaydı. Demek ki ayrımlar ve kavgalar yapaydı. 

Ayasofya'ya gitmek isterdi ama İlber Hoca da mütekait olmuştu. Ulaşmanın yolunu da bilemiyordu...  "Acaba neden bu kadar alaycı" diye üzüldü. Keşke olmasaydı! 

Bir de baktı ki, boşuna endişelenmiş... "Herhâlde olaylar gece azar" diye geçirdi içinden. Tekrar süslendi, rujunu sürdü. Kıpkırmızı, aşkı hatırlatan, çilek kokulu bir rujdu bu. Kendine tekrar baktı ve çok beğendi... 


Çok şuh olmuştu.

Birazcık da acıydı bu. Bu sayede kendisini öpenin de dudağı acıyacak, nar gibi kızaracaktı.


Kendine bayıldı gene...

İşte, aynen kendini görüyordu. Çok cazibeli ve dayanılmaz...

Eh, artık şu ağaya gitmenin zamanı gelmiş, vakti ise çoktan geçmişti. Aynaya bakarak raks etti ve fonda da Chopin çalıyordu.  

}

Bu, kendisine ilâhi bir haz veriyordu....

Münir Nurettin'den Kalamış'ı da, bunu da dinlerken, kendisini arşı-âlâya yükselirken buluyordu.

}

Emel Sayın'a da hayrandı zaten... Meyanda dervişler gibi dönerdi...

Hele bir de Mozart'ın Requiem isimli ölüm ilâhisi yok mu...

}

Spontane orgazmlar yaşatıyordu kendisine!

"Ben sapık mıyım" diye düşündü... Hem Şark, hem de Garp onu doruklara taşıyabiliyordu.

Celâl Şengör ve İlber Ortaylı arasında çok benzerlik vardı ama biri çok dindar, öbür ateistti...

İkisine de hayrandı.

İstihbar ettiğine göre, birinin malikanesinde 30.000, öbüründe 10.000 civarında kitap vardı ama ortak tarafları da aynıydı: Aşırı harbî olmaları ve Celâl Hoca'nın Hitler'e olan garip hayranlığı...

Böyle sıra dışı dâhiler böyle oluyorlardı demek ki...

Aneximandros ve Thales'in diyaloglarını kendisinden dinlemeyi çok arzu ediyordu çünkü bilim ve filim arasındaki farkı en iyi bilenler arasında sayılabilirdi bu muhteşem eşhâs...

Kendine tekrar baktı, yukarıdan aşağı doğru süzdü ve...

Ağayla buluşmaya gitmeye karar verdi.

*** 

Tam da Küçükyalı ile Kartal civarındaki muhteşem manzaralı bir eve çağrılmıştı. Apartman dedikleri yer aslında harikulâde bir daireden ibâretti. Acaba kaç metre karedir diye düşündü ve kendini açılan kapıdan davetkâr ve talepkâr bir şekilde davet eden uşaklar silsilesine baktı.

"Benin yerim burası mı olmalıydı" diye geçirdi aklından...

Derin bir iç çekişin akabinde içeri girdi ve sarsıldı!

Etrafında pek çok Rus, Ukraynalı, hâttâ Amerikalı kadınlar vardı ve fonda da arabesk müzik çalmaktaydı. Kasıldığını hissetti. Romans, melankoli veya beklerken, bol miktarda havyar, ayak kokulu peynir ve lahmacun dikildi karşısına...

Müstehzi bir edâyla gülümsedi, "ben bunlara mı müstehakım, ilk cinselliği yaşayacağım ortam bu mu olmalı" diye düşündü.

Cam gibi asılı duran devasa televizyona baktı ve iki kediyi kurtarmakta olan itfaiyecileri süzdü yan gözle... Kendilerini nasıl da feda edip, alevlerin arasına daldıklarını düşündü. Onların hakkındaki "sana da o kadar hortum girse..." diye başlayan fıkraları düşündü hüzünle ve...

Kendini o muhteşem dairede buldu. Bu yolların hepsinin Bedrettin Dalan belediye başkanıyken imar edildiğini düşündü. Talan mıydı, yalan mıydı... Bilemiyordu ki!

İçerideki ortam bir garipti çünkü tütsüler, güller ve dairenin tam ortasındaki oval havuz çok câzipti. Kendini oraya bırakıverdiği takdirde rahatça kendisini verebilecekti...

Ağa kendisini odaya ilk aldığında garip bir şey fark etti: Ortalıkta hem lahmacun, hem rakı, hem tütsü, hem de viski kokusu hâkimdi. Şaşırıp kaldı... 

İlk defa kendisini teslim edeceği adamın ne kadar hodbin ve lümpen, hâttâ kıro olduğunu fark etti ama ağanın cebi şişkindi ve 40.000 TL'yi tak diye saymıştı.

Yâni, sapık babasının kendisini satarken aldığı paradan sâdece bin lirası kalmıştı.

Grup seksi yapmak teklifini net olarak reddetti; böyle bir arzusu da, niyeti de yoktu; olamazdı. 

O gece ilk defa şampanyayla tanıştı ve bu köpüklü şarapla havyarın karışımını da ilk defa o gece fark etti. Lezzetliydi doğrusu ve ezoterik, mistik bir hava vardı. Adamın "hafta sonu hapı" aldığı belliydi ve oflaya puflaya iki kere kendini mutlu etti...

Hazal hiçbir haz almamıştı ama "mış" gibi yapmıştı. Bundan sonra da öyle olacaktı. Bu iş başka türlü çekilir miydi?

Zamanla en üst seviyedeki askerlerden, bürokratlardan ve politikacılardan müşterileri oldu. Hep "mış" gibi yaparak, banka hesabını iki sene zarfında 10 trilyon TL yaptı. Bu işi dünyanın en kadim iki şeyinden biri olarak görüyordu: Doktorluk ve fâhişelik. Üstelik epey de fâhiş fiyatla iş yapıyordu.

Küçücük odasında güfteler ve besteler yazmaya başladı. Basit bir teknik kullanmaktaydı aslında: Aklına esen melodiyi mikrofona söylüyor, synthesizer da onu notaya dönüştürüyordu. Bâzen de tam aksini yapıyor ve kolayca kaydediyordu. Bunları çok farklı e-maillerle yolladığı için, kimse onun gerçek kimliğini bilmiyordu. 

Oradan gördüğü Uzak Doğu dövüş tekniklerini de ustalıkla uygular olmuştu ve sıklıkla kullandığı metroda en ufak bir sarkıntılık yapana derhâl iki tâne patlatıp, işini bitiriyordu.

Üç sene geçmemişti ki, bütün pop starları onun şarkılarını terennüm eder oldular ama bir şartı vardı: Gelirlerinin %10'unu Mehmetçik Vakfı'na bağışlayacaklardı. Yaptılar da!

İki sene zarfında, bankadaki mevduatı 20 trilyonu geçti ve herkes onun hakkında fikir sâhibiyken, kimse tanımıyordu. Görünmez Kadın gibi olmuştu. Her yere, her mekâna değişik sûretlerle girip çıkıyor ve parasının hâddini, hesabını da çok iyi tutuyordu.

***

Denizli'de mukim yakışıklı bir genç vardı. Babası fena hâlde alkolik olduğu için, arkadaşlarının suistimaline uğramıştı. Senet sepet yapıp bütün malını gasp etmişler, o da kurtuluşu beylik tabancasın alnına dayayıp intihar etmekte bulmuştu.

Hiç kimsesi yoktu, yapayalnızdı ve kendini kasabasında yabancı gibi görüyordu. 

Çok çalışıp, kendini helâk ederek arazisini geri kazandı ve ziraata başladı. Evlenmeyi asla düşünmüyordu ve tek konusu, meşguliyeti yediği kazığın altından kalkıp, arazisini geri kazanmaktı.

Adı Mehmet'ti ve herkes de kendisine Mehmetçik diye hitap ederdi. Elinde çapasıyla, nalburiye için gereken ne varsa alıp, işçi veya ırgat ayrımı yapmaksızın onlarla beraber çalışırdı. Terlerini silerken, hep aklına meşhur hadis gelirdi: "İşçinin hakkını, alnındaki teri kurumadan veriniz"... Mütevâzı yemeğini onlarla paylaşır, soğanla ekmeği kırıp, karpuzla yerdi. 

Dindar da değildi, ateist de...

Daha ziyade tasavvufu seviyor ve o tür kitaplar okuyordu. Ahmed Hulusi'ye hayrandı. Mesnevi'deki teferruata baktıkça iyice şaşırıyor ve ağır derecede pornografik söylemler kendisini şaşırtıyordu. Oralardaki gençleri etrafına topluyor, onlara okuma yazma öğretiyor ve Hasan Âli Yücel'in yapmaya başladığı projeyi hayata geçirmeye gayret ediyordu: Köy Enstitüleri.

Gerçi Denizli'deki cehâlet katsayısı hiç yüksek değildi ama göç sebebiyle oralara gelen pek çok Kürt, Zaza, Boşnak, Gürcü... etnik gruptan insan vardı. Tam bir feodalite içerisinde yaşamaktaydılar. Onlara Latin alfabesini, her bir harfi tek tek çizerek anlatıyor, hâfızalarına kazınması için deli gibi çaba harcıyordu.

En sevmediği yerlerin başında da Malkara ve Karabiga bölgesindeki kavşaklar geliyordu çünkü trafolar patlıyor, kamyonlar hız limitinin çok fevkinde seyrediyordu. O kadar çok kaza görmüştü ki, sanki katliam gibiydi.

Eski hattan yazmayı da biliyordu ama hararetle yeni harfleri tavsiye ediyor, iki câmi arasında bînamaz kalmasınlar diye insanüstü bir gayret gösteriyordu. Birkaç sene zarfında da epey parası oldu. İmece usulüyle, hiç hak kalmadan ödüyordu ücretlerini...

Zamanla durumu düzeldi, çok para ve şöhret kazandı. Herkes ona "Memo Ağa" diyordu. O da inci gibi dişleriyle gülümsüyor ve ne gerekirse onu taahhüt edip, yeşil mangırları elleriyle dağıtıyordu. Bir yandan da Güney'de olup bitenlere çok üzülüyor, vatanî vazifesine gidebilmek için gün sayıyordu... Kaçası değildi hani; şehâdet onun için kaderde yazılmışsa, olacaktı.

Etrafındaki davullar ve zurnalarla horon çeken, askere gitmek için neredeyse yalvaran gençler onu çok heyecanlandırıyor, yüreği pıtır pıtır atıyordu. Kasaba ve köy yerindeki kızların cilveleri, çeşme başındaki lagalugaları onu etkilemiyordu. Karpuzları eliyle tepeden vurarak patlatıyor ve herkese dağıtıyordu.

Köylü desen, değildi. Kasabalı ise hiç sayılmazdı. Oralardaki hâtun cilveleri kesmiyordu kendisini...

Eh, artık millî olmak gerekiyordu ve İstanbul'daki Lüks Neriman'ın yerini her yerden duymaktaydı. Oraya gidip, bâkir olmaktan kurtulmaya karar verdi.

"Ağzını açanı vururum" diye gülerek tehdit etti ama zâten pederinin silâhını mezarının altına gömmüştü. İntihar ettiği için dua etmeyi reddeden imama o kadar kızmıştı ki, bu asabiyetle iyice dinlerden soğudu.

Dolarları bozdurdu ve yola koyuldu...

Kapıyı çalarken içi pır pır ediyordu; kâbus gibi bir süre akabinde gıcırdayarak açıldı ve sessizce içeri doğru süzüldü. Etraftaki neonlara, mor ve pembe ışıklara baktı.

İşte, o an gelmişti!

Dâhilî monitörlerden gördüğü lâhzada, Hazal, ilk bakışta aşk neymiş anladı! O adam, işte o oradaydı...

Yukarıya davet ettirtti ve sükûnet içerisinde "merhaba" dedi. Biber gazı kokusu da yoktu. Sâdece güller, misk ve biraz da küf aroması vardı...

Ablasını aradı ve "sabaha kadar meşgulüm" dedi. Sonra da...

Kendisini Memo'nun ellerine bıraktı.

Sabaha kadar seviştiler, hayatının en muhteşem, en hârikulâde anlarını yaşadı ve yaşattı. Sayısını kendisi de bilmiyordu doyumun miktarını. Zâten, kalite değil miydi mühim olan?

Memo, ayrılırken minik bir bûse kondurdu ve "askerden döner dönmez seninle evleneceğim" dedi.

İçi buruklaştı Hazal'ın. Bu yaşta tesettüre bürünüp evde mi oturacaktı... Gene de "tabii canım" dedi ve belki de ilk defa hıçkıra hıçkıra ağladı. Memo da...

***

Acemi birliğinden sonra çektiği kurada, hizmet yeri belli olmuştu: Diyarbakır!

Zâten o kadar koyu, yıpratıcı ve merhametsizce bir komando eğitiminden geçmişti ki, taşı sıksa avucunda dağılırdı.

Mezarına gitti pederinin, kendince birtakım dualar etti ve ilk askerî tayyareyle soluğu orada aldı. Salise sektirmeden kendisini tugay komutanı yaptılar ve derhâl sıcak temas bölgesine sevk ettiler.

Aklında hep Hazal vardı...

"Allah Allah" diye pusudan kafayı kaldırdı ve...

"GÜM" diye bir ses duydu.

Kafası kopmuştu.

***

Zeki Yüzbaşı ta İstanbul'a gitti ve orayı buldu.

"Hazaldoğu Kanarya burada mı" diye sordu.

Kızlar hep kaybolmuştu.

Neriman Hanım'ın gözleri doluydu.

"Sizden iki gün önce iki subay geldi efendim" dedi ve ekledi: "Haberi duyunca, bizim Hazal'ı tutamadık. Tutamazdık da... Senghen vizesini kaptığı gibi Almanya'ya gitti. Bir daha da haber alamadık. Ben de, kızlar da çok şaşırdık".

Göğsünde asılı duran şehadet madalyasının içinde Hazal'un kanla kaplı bir fotoğrafı duruyordu.

"Eğer irtibat kurabilirseniz, bunu ona yollayın" diye çakı gibi emredermiş gibi yaptı.

Ama artık çok geçti.

Artık sırra kadem basan Hazal'ın izini kimse bulamadı.

Berlin'de bir yerlerde, Kürt ve Türk kardeşliği için mücadele etmeye gitmişti...

Onu bir daha kimseler ne gördü, ne de kendisine ulaşabildi...

Sözün bittiği yerdi.

height":"300

Zeki Yüzbaşı topuklarını çakıp geri döndü ve..

Ağladı yol boyunca.

Vakit gece yarısıydı...

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - 05.06.2014 - 1991-2'den beri hep aklım orada...

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©