KOLSUZ AGOP ve TÜRKLÜK

M. Kerem Doksat      9 Şubat 2013 Cumartesi      9520

Annemden mütevâris üyesi olduğum Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 100. Yıl Bilim ve San'at Kongresi'nde konuşmacıydım. Kendi sıramı beklerken, bir önceki panelde pek muhterem bir hocanın, adam gibi bir adamın, bir üstâdın sevgi dolu gülümsemesine sarıldım. Cildiye (dermatoloji) paneliydi ve herkes bir havalarda idi. O ise tatlı tatlı gülümseyerek, tevâzu içerisinde konuşmasını yaptı, bitirdi. Kim mi?

*

Prof. Dr. Agop Kotogyan, yâni meşhur "Cildiyeci Kolsuz Agop.

İnternetten ulaşan bir güzel hayat hikâyesini iktibas ediyorum:

41 yıl hizmet verdiği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden emekli olmuştu. Emekli olduğu gün itibâriyle konuşursak, Agop Hoca, tam 66 yıl önce Cerrahpaşa'nın doğum kliniğinde dünyaya gelmişti. Hastâne evlerine 15 dakika yürüyüş mesafesindeydi.

Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa'yla seven Agop Kotogyan, "Doğma büyüme Paşalıyım diye övünüyor. Agop Hoca, yıllarca hasta baktığı, laboratuarında göz nûru döktüğü, kimileri şimdi namlı birer profesör olan talebeleri, vefâlı hastaları ve mesâi arkadaşlarının katıldığı törenle uğurlandı.

Vedâ eden aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata sıkı sıkı sarılmanın simgesi, yaşayan bir efsâneydi. 30 yıl önce mesleğinin zirvesine oturmuş, masal kahramanına dönüşmüştü. Hayatının içine girmek zordu. Çünkü gazetecilerden uzak duruyor, doktorların artist olmadığını, bilimsel tebliğler dışında dışarıya seslenmenin reklâm olabileceğini savunuyordu. Türkiye'de, cinsel yolla bulasan hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm başkanlığı yapan, yeni buluklarla çığır açmış bu doktoru albüm sayfalarımıza alabilmek için günlerce uğraştık. Sonunda hatırını kıramayacağı dostlar araya girdi, bize hayatinin kapılarını araladı. İşte gördüklerimiz.

Yozgat'ın Akdağ Madeni İlçesi'nin Terzili Köyü'nde 1911'de doğan Agop'un babası Kirkor Kotogyan 1915 yılında, yâni Anadolu'daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybetmiş. Köyünü basanlar bütün erkekleri öldürmüş. Küçük Kirkor'u annesi, onu mâdendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş. Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp saldırılar durunca yanmış, yıkılmış köylerine dönebilmişler.

Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat'ın Iğdere Köyü'nde yaşayan Makruhi Hanım'la evlenmiş. Âile 1938'de İstanbul'a gelmiş ve Samatya'ya yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin Cerrahpaşa'daki hastânesinde doğmuş. Dünyaya gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastâne ile ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış. Babası Kirkor Bey inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada isçilik yaparmış.

KOLUNU PRES KAPTI

Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu'na başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü arkadaşlarıyla Samatya sâhilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi, tam üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. "Bana yeni bir ceket almaları mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü görmüyorduk diye annesinin köteğine hak veriyor şimdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plâka hâline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omzuna kadar presin altında un ufak olmuş. Hastâneye vardığında, doktorlar "Bu çocuk yaşamaz" demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya, yine Cerrahpaşa Hastânesi'ndeymiş.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı hâlde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık tek kollu bedeniyle bir meslek sâhibi olamayacağına karar vermiş. "Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım" demiş. Ve dönem başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu'nda eğitime geri dönmüş.

Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam etmiş. Tahtakale'de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam'a da küçük hediyeler almayı ihmâl etmezmiş.

FUTBOL YILLARI

Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan Lisesi'nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yıldır Fenerbahçe Kulübü üyesi. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için oynayamamış. "Ben de sahada top koştururum demiş ve lisede futbola başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Hâttâ o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü'nün kadrosuna girmeyi başarmış.

1957'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazanınca doğduğu, yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastânesi'nde bulmuş kendini. Kapısından içeri girdiği ilk gün "Bir zamanlar beni kurtardı bu hastâne, şimdi nöbet sırası bende diye düşünmüş. Bu dönemde lise öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa'nın futbol takımında oynamayı da ihmâl etmemiş.

1963'te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl Çapa'nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği'nde çalışmış. 1964'te Cerrahpaşa'daki Dermatoloji Kürsüsü'nde asistan olarak göreve başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, "İmpetigo Herpetiformis Vak'aları Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar. Yâni, uçukla ilgili çok önemli bir çalışma.

1967'de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969'da Almanya'ya gönderilmiş. Dört ayda Almanca'yı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji Kliniği'nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl'ün yanında çalışmaya başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin allerji ve histoloji bölümlerinde çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite Kurulu'nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.

Dr. Kotogyan, 1952'de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilâç çekmeyi, bu ilâcı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastânede nöbete kalmış, evde portakallara su şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapıyor hâle gelmiş.

1972'de Cerrahpaşa Tip Fakültesi'ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979'da ise, "Akne Vulgaris Vak'alarında İmmünolojik Araştırmalar" başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanmış. Almanca'dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vermiş, nam şalmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde yayımlanan makalelerinin sayısı 300'ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazmış.

Suzan Hanım'la 1975'te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada "İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum demişti.

YURT SEVGİSİ

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada, Amerika. "Burada kal, kürsünün başına geç" demişler. O, bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. "Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var demişler, gülmüş geçmiş. Peki, ne düşünmüş? "Evet, doğrudur: Ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yasayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanin yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir derler. Ben hep eğik gezdim su dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.

DOKTORLUĞA DEVAM

Bu efsânevî doktor üniversiteye vedâ ederken şöyle diyordu: "32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanin hissettiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya'da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip 'Şimdi ne olacak' diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, 'Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım' diyene kadar.

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle şifa dağıtmaya veda etmedi. Osmanbey'deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten, yine mütevâzı, çalışmayı sürdürüyor.

Ciğerim Agop, bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor.

Prof. Dr. Kotogyan'ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87) rahatsız olduğu için töre katılamadı. Kız kardeşi ünlü matematik hocası Hripsime Kotogyan, kürsüye çıktı ve annelerinin gönderdiği mektubu okudu: "Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de. Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama sen bizim yüzümüzü hiç kara çıkarmadın. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat takti. Ciğerim Agop, çok çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor. Baban da simdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim, senin o kara gözlerinden öpüyorum".

*

Sevgili Agop Üstâdım,Allah seni ne olur en geç geri çağırsın. Senin zekâ, ilim ve güzellik dolu gözlerinin pırıltısını hep ama hep görelim. Sen en az benim kadar, belki de benden daha fazla Türk'sün.

Tıpkı bir Yahudi Türk'ün ve Ermeni Türk'ün oğlu olan Prof. Dr. Aksel Siva gibi. Aksel, Türkiye Nöroloji Derneği Başkanı ve karısı Prof. Dr. Zeynep Okşar Siva da Türk ve Müslüman. Aksel de adam gibi adamdır. O da dürüst ve çalışkan; o da istese çok başarılı olduğu Mayo Clinic'te kalırdı ama yapmadı. Dünyanın dört bir yanında Türkiye'nin hayrına konuşup ve çalışmakta.

Fakıyrı suâl eden olursa. Hayatım büyük zorluklarla geçti ve tahsilim boyunca da yurtdışında çalışacak vaktim olmadı. Mesleğimde iyi mi kötü mü olduğumun takdirini başkaları yapar ama uluslararası arenada onlar kadar üretken olamadım; daha ziyâde "içeriye çalışabildim. "Belki bundan sonra" diyorum ama pek müşkül çünkü Türkiye'de devlet üniversiteleri alenen bitiriliyor. Yeni YÖK Başkanı açıkça söyledi bunu ve musluklar kapatılmakta.

"Sistem" beni ister mi?

Büyük konuşmayayım ama sanmam; çünkü dilimin kemiği de, kıkırdağı da yok. Kimselere de eyvallah demem! Mevki veya unvan uğruna kimselere yalakalık etmem, "parti ileri geleni" zannedip çaycının elini de öpmem.

Eh.

Pek muhtemelen -o da sıhhatim elverdiğince- muayenehânemde çalışıp memleketin hazin gidişatını seyreyleyeceğim Neslim'le beraber. Sonra da Ontogenetik Psişem'e kavuşurum.

Ama dün gece MER Restoran'daki muhalif CHP'lilerin yemeğini seyrederken lâf lâfı açıp da "Alevî misin, Sünnî misin" diye sorduğumda bana "Kürt'üm" diyen garson da, Mersin'deki meslekdaşı ve yoldaşı da fena hâlde kafama takılıyorlar.

Agop, Aksel, Kerem. Türk.

Ama o beyni yıkanmış, gaza getirilmiş karakaşlı karagözlü delikanlı(lar).Kürt.

Diyarbakır'da bombayı patlatanlar yakalandı ve mahpushâneye yollandılar bu arada. Hiç merak etmesinler, "sistem onları dışarı çıkaracak yeni Rahşanlar yaratır.

Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 12 Ocak 2008 Cumartesi

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©