KORKU KASABASI

M. Kerem Doksat      28 Mart 2015 Cumartesi      3814



2010 senesi sonlarıydı ve kendi kullandığım arabayla bir turistik seyahate çıkmıştım.

Ortalık çok güzeldi ve manzara da harikaydı. Kasabalarda, şehirlerde duruyor ve bir şeyler atıştırıyordum İngiltere’nin puslu havasında.

Tam Londra’dan birkaç yüz Kilometre Güney’de bir şehre gelmiştim. Herkes pek şen şakraktı ve güzel kızlarla yakışıklı adamlar el ele vermiş çiçek topluyorlardı…

Garip bir kasabaya denk düştüm dedim içimden çünkü etraftaki herkes 17. Asır’dan kalma kıyafetlerle süslenmişti ve ortada da hiç benzin istasyonu mevcut değildi…

Zaten KKTC’de çok araç kullandığım için alışıktım soldan direksiyona da, kasabanın adı bir garipti: The Fright Town (Korku Kasabası)!

Arabamla epey dolaştıktan ve pek çok da virajı maharetle aştıktan sonra nihayet kasabanın girişine gelebilmiştim ve ağzım burnum susuzluk ve açlıktan perişan olmuştu.

Tek başınaydım ve yaşım da 55’i bulduğu için, bir şeyler yemek ve birkaç kadeh şarap ile keyif çatabilmek amacıyla kasabanın girişine doğru yöneldim.

Girişteki tabela da garipti: “Strangers are not allowed”.

Demek ki yabancıları da pek istemiyorlardı ama bu kavanoz dipli dünyada hiçbir şeye şaşırmamayı, hayrete düşmemeyi de öğrenmiştim.

Yanımdaki patates cipslerini bitirdim, Avien suyundan birkaç damla içtim (hep yedekli giderim) ve yorgun argın direksiyon kırarak, Doğu tarafından kasabaya duhul ettim.

Garip tiplerdi, hepsinin altında at arabaları ve kafalarında garip şapkaları vardı.

Hiçbirinde de at arabası haricinde bir taşıt yoktu.

Ürkekçe bir şekilde arabamdan indim ve yürümeye başladım ama tedirgindim.

Hani her an başıma bir şey gelebilecek diye bir tereddüt ve endişe her hücremi titretmekteydi âdeta…

Beni saçlarında bigudileri olan güleç kızlar ve canı yürekten hizmete hazır delikanlılar karşıladı.

Karşıladılar da…

Bir garip tavırları söz konusuydu! Hani ben oraya gitmesem daha iyi olacakmış gibiydiler ama gene de misafirperverlikte kusur etmemeye gayret ediyorlardı.

Merkeze doğru gittiğimde gördüğüm manzara pek şaşırtıcıydı!

Koskoca kasabanın tam merkezindeki avluda ne bir bayrak, ne de bir flama görebilmiştim. Hepsinin kıyafetleri bir örnekti ve alayı da sanki aynı tersinin elinden çıkmış gibiydi…

Tam hana yaklaşırken, üzerinde üçgen sembollerle dolu bir direk, bir kurukafanın asılı olduğu bir direk ve rüzgârın sert esintisiyle savrulan çalı çırpı dikkatimi çekti.

Garip bir ıssızlık hüküm sürmekteydi ve ortadaki insanların hepsi de at arabalarıyla, unun fötr şapkalarıyla dolaşıp, birbirlerine “sisters, brothers” yâni “kardeş” diye hitap ediyorlardı.

Yerleşkenin avlusundaki binanın da tepesinde gene üçgen tarzında birtakım semboller gördüm ve bana âşina geldi bir yerlerden…

Her neyse, aç ve bî-ilâç vaziyetteydim ve oturup karnımı doyurmaktan ve Belediye Başkanı mı, başka bir yönetici mi her kimse, onunla tanışıp muhabbeti ilerletmek, hayat tarzlarını daha iyi tetkik edip, defterimdeki notlara yenilerini ilave etmekti amacım.

Önce lokantayı sordum ve herkes birbirine garip bir şekilde baktı.

Burada lokanta yok ama bir hanımız var, sizi orada ağırlayabiliriz” dediler ama arkasından otuzlu yaşlarındaki bir adam yanıma geldi ve “sizi sınamak zorundayız, Ulu Demon da bu görevi bana uygun buldu” dedi.

Ulu Demon, özel bir imtihan… Bir nev’î deja vu ve jamais vu yaşamaktaydım…


Genç adam elimi tuttu, başparmağını tam benim işaret parmağımın eklemi üzerine yerleştirdi ve “bana kelimeyi söyleyiniz” dedi. Diğerleri de ona “üstat” diye hitap etmekteydiler zaten.

Afallamıştım, neredeydim, yoksa bir özel tapınakta filan mıydım?

“Bu tür sorular sorulduğunda, cevap vermeden önce bana ihtiyatlı olmam tembihlendi 20 sene kadar önce, isterseniz siz başlayın” dedim.

Cevap tam beklediğim gibiydi: “Önce siz başlayın, bir kardeşiniz olarak harf harf, hece hece tekrarlayabiliriz” diye mukabele etti.

Karşılıklı hoplaya zıplaya “h –h, a-a, p-p, hap –hap – şu –şu – hapşu” deyince yüzüne büyük bir rahatlık geldi. Karşı kelime de “ç – ç –o –o –k –k y-y a-a- ş-ş –a” şeklindeydi (“bless you” ama “God” yasaktı). Bu arada sürekli olarak tokalaşıp birbirimizin gözlerine bakarak bir çeşit tanınma ritüeli gerçekleştiriyorduk. Kutsal bir ortam gibiydi ve her tarafta da üçgen yapılar, semboller yer alıyordu.

Gene de dayanamayıp sordu “nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz ve neyi aramaktasınız”?

Batı’dan geldim, Doğu’ya yöneldim, Hakikati arıyorum ve fena hâlde de açım” diye mukabele ettim. Üşümüştüm, ortam çok rutubetliydi ve bu garip giysili, kollarında garip şeyler sarılı olan, beyaz eldivenli adamın da niyetini çoktan anlamıştım!

Neyse, sonunda beni altındaki demode ama çok bakımlı at arabasıyla merkezî yerdeki hana götürdü.

Saçları bukle bukle sarılı nedime gibi giyinmiş genç kızlar ve güzel kadınlar bana izzet ikram göstermek için yarışır oldular.

Biraz jambon yedik, köyde imal ettikleri belli olan şaraptan içerken de genç adam ve yardımcıları “fire-ateş” diye bağırmazlar mı?

Güldüm, hayatımın hatasını yaparak “İsa’nın yüce kanına” diye kadehimi kaldırmıştım ki…

 

Bu kadın da o tarikatın üyesi!

Bir lâhzada ortalık buz gibi oldu ve herkesin gözleri, nazarları ve tavırları donuklaştı!

Ne yapmıştım, hatam neydi?

Bakın kardeşim, bizim burada bâtıl itikatlara ve dinî inançlara yer yoktur, öyle kişileri anmayınız. Hele siz belli ki Müslümansınız, sizinkinden en iyisi hiç bahsetmeyiniz” diye ikaz edildim ve yemeğin hitamını beklemeden beni ortadaki bir yemin kürsüsünün yanına götürdüler.

Bembeyaz bir Kitap duruyordu üzerinde, her tarafta mumlar yanmaktaydı ve diğer “kardeşler” de kollarını, ellerini üçgen tarzında kovuşturup açmışlar, bana bakıyorlardı.

Nereden çıktığını göremediğim kılıçlarla bir tak kuruldu ve bana vicdanım üzerine yemin etmem, göreceklerimi ve yaşayacaklarımı en güvenilir yer olan kalbimde saklamam gerektiği hatırlatıldıktan sonra, sol elim göğsümde, sağ avcum da Beyaz Kitabın üzerinde, yemin ettim.

Sofra alelacele toplandı ve bana anlatmaya başladılar.

Yaklaşık 30 sene önce kasabaya demir yolu döşenmişti ve o zamana kadar Protestan ve dindar sayılabilecek olan kasabanın kaderi, hemen hemen 5 senede tamamen değişmişti.

Peron inşa edilip, ilk kara tren (2010 senesinde olduğumuzu tekrar hatırlatmak isterim bunlar anlatılırken) geldiğinde, nokta tayiniyle gelen bir Büyük Şef istasyona inmiş, kasabanın bütün hükümranlığını eline geçirmişti.

Kendisine Büyük Şef veya Büyük Üstat denmesini ve şartsız bir biât ile bağlanılmasını istemişti.

İlk yaptırdığı, ne kadar kutsal kitap veya el yazması kadim kaynak varsa, hepsini yaktırmak olmuştu.

Artık onun getirdiği kurallar geçerliydi.

Erkekleri Müptediler, Kalfalar ve Ustalar diye üç gruba bölmüştü ve sır ifşasını kesinlikle yasaklamıştı. Kadınlara ise “nurse-hemşire” denecekti ve tam itaatle erkeklere hizmet edeceklerdi. Sıkı da bir ahlâk sistemi kurmuştu.

Sâdece kendisinin doğru bulduklarını evlendiriyor ve hiçbir şeyde bir bedel ödenmiyordu.

Hattâ insanları isimlerinden ziyâde, numarayla çağırmayı seviyordu ama kulları gene de adlarını kullanmaktaydılar.

Tren, kasabaya sadece ayda iki kere uğruyor ve her seferinde 6 genç ve güzel genci getirip, aynı sayıdaki ihtiyar, hasta veya bunağı da götürüyordu.

Kürtaj yasaktı ve hastalanmak da izine tâbiydi. Eğer rahatsızlanan birisi olursa, Ulu Demon onu kendi usulleriyle şifaya kavuşturuyordu.

Kasabada, o da tek kanala ayarlı olan hâricinde, tek bir elektronik eşya yoktu. Telefon kullanılıyordu ama GSM de yasaktı. Birkaç fotoğraf makinesi vardı sâdece.

Her şey emekle ve elle yapılıyordu, haricî âleme tamamen kapalıydılar.

Ulu Demon’un önünde bir önlük vardı ama o kadar çok kirliydi ki, kuzu derisi mi, başka bir kumaş mı çözemedim. Onu hiç çıkartmadığını söylediler.

Ulu Demon, bana çok sıcak davranıyorsunuz, müsaade edin de ücretimi ödeyeyim” dedim ve gene ortalıkta bir şok tablosu yaşandı…

Ne parasıymış, burada pis Kapitalizmin ahlâksızlığından çok çekmişlerdi ve her şeyi mübadele yâni merkantilizmle çözüyorlardı. Yumurta getiren sosis, salam getiren süt filan alarak idare ediyorlardı ve turistlere de şiddetle muhaliftiler. Ben nasıl olmuşsa vâsıl olabilmiştim bu garip ortama…

Trenle kimin gideceğine ise, gene Büyük Demon’un başkanlığını yaptığı bir şura ile karar veriliyordu –ki bu kurula da “Envar: Nurlar: Enlightened” denmekteydi. İdarî işlere bunlar karar veriyordu.

Kısacası, burada yaşanan bir komün hayatıydı, nüfus sâbitti ve ayinleri, Büyük Demon’un elindeki garip çekiçle balta arası âletle yemin kürsüsüne vurduğunda akan suların durması da garip gelmemişti artık bana…

Evlilikler toplu nikâhlar şeklinde yapılıyor, hepsine yetişemediği için (12.000 kişi yaşıyordu), görevlendirdiği diğer Ustalar bu işi ikmal ediyorlardı.

Doğan çocuklar da hemen keçi kanı ve yumurta sarısı karışımı bir sızıyla vaftiz ediliyordu ve ebeveynlik herkesin hakkıydı.

Seks tamamen serbestti, homoseksüellerden ise nefret eden Büyük Demon, yakaladığını ânında ilk trenle yolluyordu. Bu ilginç lider hem çok çirkin, hem de acayip karizmatikti. Ne yediğini, nasıl geçindiğini bilen yoktu ve iddiaya göre de, 1717’den beri yaşamaktaydı! Londra’dan, diğer kardeşlerine kızdığı için göç etmiş, sonunda buraya yerleşmişti.

Müthiş bir ikna ve hipnoz yeteneği de vardı ve herkesi derhal ikna edecek kadar da güçlüydü. Benimle göz göze geldiğinde epey zorlandı ve sonunda asabice bir kahkaha patlattı. Meğer bu onun asabileşmesinin ifadesiymiş.

Bir hâtıra götürmek istedim ama izin çıkmadı.

Sâdece bütün bu gördüklerimi, kişilerin ve kasabanın ismini zikretmeksizin yazmama cevaz verdiler.

Ayrılırken de aynı tören yapıldı ve en komik olanı da, arkamdan “bir daha gelmeyin” diye rica ederek kapıların kapatılması oldu.

Ha, yerleşmek kabilmiş ama en ufak bir hatada ilk trene koyuyorlarmış sizi.

Yolunuz düşerse, Londra’nın Güneyindeki bu garip kasabaya uğrayın; sınav yukarıdaki gibi. Eğer geçerseniz, bedavadan ağırlanırsınız.


Ben buraları tercih ederim ve ne de olsa demokrasiden, hür seçimden ve Tanrı inancından yanayım.

Ne garip şeyler oluyor değil mi?

Hayırlı bir gün temenni ediyorum.

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 28.03.2015

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©