M. Kerem Doksat | 28 Ekim 2012 Pazar | 5605 |
Türkçe veya Türkiye Türkçesi, ortak Altay dil ailesine bağlı Türk dillerinin Oğuz öbeğine üye bir dildir. Türk dilleri ailesi bünyesindeki Oğuz öbeğinde bulunur. Türkçe, dünyada en fazla konuşulan 15. dildir. Türkçe Türkiye, Kıbrıs, Irak, Balkanlar, Orta Asya ve Orta Avrupa ülkeleri başta olmak üzere geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır. Ayrıca bu dil, Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmî, Romanya, Makedonya, Kosova ve Irak’ın ise tanınmış bölgesel dilidir. Balkanlar’da konuşulur. Bunun aynı öbekte (Oğuz Öbeğinde) bulunan Azerbaycanca ve Türkmence, İran, Güney Azerbaycan, Azerbaycan, Afganistan, Gürcistan ve Türkmenistan’da konuşulur. Türkçe birçok diyalekte sâhip bir dildir.
“İstanbul şivesi" Türkçenin yazı dilidir. Bu yüzden Türk dillerinde ve Anadolu şivelerinde bulunan "açık e", "hırıltılı h" ve "öndamaksıl n" fonemleri bulunmaz. Türk alfabesinde, sekiz ünlü, 21 ünsüz harf bulunmaktadır, Azerbaycan alfabesinde 9 ünlü, 31 ünsüz harf bulunur. Genel olarak Türk Dilleri çok daha fazla sesi olan bir dildir; ancak Türkçe’de, diğer Türk dillerinde bulunan /ŋ/, /ɳ/, /q/, /w/, /ɛ/ gibi fonemler de bulunmaz. Türkçe çok geniş kullanımıyla birlikte zengin bir dil olmasının yanı sıra, özne-nesne-yüklem biçimindeki cümle kuruluşlarıyla bilinmektedir. Ayrıca, Türkçe sondan eklemeli bir dildir. Bu nedenle kullanılan herhangi bir eylem üzerinden istenildiği kadar sözcük türetilebilir. Türkiye Türkçesi bu yönünden dolayı diğer Türk dilleri ortak ya da ayrık bulunan onlarca eke sâhiptir.
*
Yukarıdaki yazıyı Vikipedi’den iktibas ettim.
Şimdi okuyacağınız yazıda, Türkçe’yi yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan hâle getirebilmek için öne sürdüğüm, son derecede basit ama anlaşılır bir teklifi de göreceksiniz. Uzatma amacıyla alt çizgi, inceltme amacıyla takke işareti, gerektiğinde de ikisini birden kullanmaktan ibarettir bu teklif. Bu sayede, meselâ, kalın ama uzun okunması gereken ikamet kelimesi doğru yazılıp okunabilir hâle gelecektir. Bu yazı 15 seneliktir ama güncellenmiştir. Dil ağzımızdaki bir organdır, lisan ise çok sofistike bir işlevdir. Rutin hayatta bunlar aynı anlamdaymış gibi kullanılıyorsa da, akademik ve ilmi açıdan fark göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür.
Türk psikiyatrisinde ve entellijensiyasında meslekdaşların birbirlerini anlamakta ciddi zorluklar yaşadıkları inkâr edilemez bir vakıadır (olgudur). Sekterlik ve dayatmacı tutumlar yüzünden belli dergilerde, eğer onların uygun gördükleri(!) lisanı kullanmazsanız, yazınız baraja çarpmakta ve dışlanmaktasınız. Aynı konuda yazılan farklı makalelerde veya verilen değişik konferanslarda, lisan karmaşasından dolayı iletişimsizlik, takip eden kopukluk ve tavır alma, bunun arttırdığı iyice sekterleşme ve diğerini dışlama, sonuçta iyice iletişimin bozulması şeklindeki fasit daire (kısır döngü) hem Türk psikiyatri camiasının, hem de bütün Türk aydınlarının yaşadıkları acı bir gerçektir.
1) En kısa zamanda üzerinde ittifaka varılacak bir Türk psikiyatri ve bilim terminolojisinin ortaya koyulması, bu yapılırken kimsenin “en doğruyu ben bilirim” dememesi, olanca iyi niyetle bu davaya birlikte sarılınması gerekmektedir;
2) Dili “sadeleştirmekle” “fakirleştirmek ve tasfiyecilik” arasındaki sınıra çok dikkat edilmelidir. Halka inmekle, ucuz popülizm arasındaki nüans iyi yakalanmalıdır. Bilim lisanıyla halk lisanı daima farklı olmuştur. En fazla yüz kelimeyle düşünüp yaşayan sıradan bir kişiyle, felsefeden, biyokimyadan, genel tıbdan, sosyolojiden, psikolojiden ve daha pek çok disiplinden polenler toplayarak balını oluşturmuş olan bir psikiyatrın terminolojisi de, fikir dünyası da, kelime hazinesi de kaçınılmaz şekilde çok daha zengin olacaktır. Bilimin, felsefenin ve san'atın sofistike jargonunu sokaktaki adamın anlaması mümkün olmadığı gibi, gerekmemektedir de. Ağdalı Osmanlıca’yı ve uydurulan veya türetilen “tilcikleri”, “betimleri” halk zaten anlamamaktadır.
3) Bir lisanda ne kadar çok kavram (concept) ve mefhum (notion) varsa, o lisan o kadar zengindir. Türkçe’de sadeleştirme adına yapılan tasfiyeler kıl kadar ince farklarla ayrılmış şeyleri ifade eden ama her birinin ne demek olduğu belli kelimelerin çöpe atılmasına ve “çanta kelimelerin” ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tipik örneklerden biri uyum kelimesidir: harmony (ahenk), adaptation (intibak), accommodation, congruency, compliance (riayet), adjustment (ayar). Hepsinin karşılığında kullanılıyor. “Uyum” başlıklı bir makalenin konusunu anlamak için mutlaka okunması gerekecek (çoğu zaman gene anlaşılamıyor maâlesef). Heyhat! “Etkinlik” kelimesi hem “faâliyet” (action: eylem) hem de “müessiriyet” karşılığında kullanılıyor; "etkin kişi" deyince söz konusu şahsın faâl mi yoksa müessir mi olduğu meçhûl. “Temperament” karşılığı olan “mizaç” kelimesini bazı psikiyatrlar "mood" anlamında kullanıyor; esas karşılığı olan “hâlet-i ruhiyenin”, yani (vatandaş Yani değil) ruh hâlinin yerini alan “duygudurum” Türkçe olarak da yanlış; bari “duygudurumu” denmeliydi. “Durum” (condition) başka şeydir, "hâl" (state) başka şey (hâlin ayak bileğine takılan halhaldan farkını ancak aksanlı yazarak ifade edebilirsiniz)! Burada bilhassa vurgulanması icap eden bir başka husus da, aynı kelimenin başka bir lisana geçerken mânâ değiştirebileceğidir. Demin bahsettiğim mizaç (esası mizac) kelimesi bunun tipik bir numunesidir. Araplar bunu mood karşılığı kullanırlar, bizde ise huy veya meşrep anlamını üstlenmiştir. Anlam ve manâ da aynı şey değildir; anlam lûgat karşılığıyken, yani objektifken, manâ şahsa hastır ve belli bir ferdin o sözden ne anladığı demektir. Ekseriyet için pek anlamlı olan bir şey, belli birisi için manâsız olabilir.
4) Her türlü ırkçılık kadar kelime ırkçılığına da sonuna kadar karşıyım. “Arı dil” diye yapılan neolojizmlere (kelime uydurmalarına) iltifat etmemek, nüansları harcamamaya özen göstermek ne kadar gerekiyorsa, çağdışı kalmış kelimelere taassupla sarılmamak da o derecede önemlidir. Tabii, bu “çağdışı kalma fenomeninin” ülkemizde lisanın kendi tekemmülü ve tekâmülü içerisinde, kendiliğinden gerçekleşmediğini, arkasında muhtelif ideolojik zorlama ve dayatmaların, hâttâ beyin yıkamaların bulunduğunu da kimse inkâr edemez (Milli Şef Dönemi’nin akıl almaz Batı perestişkârlığı: Polka oynayıp mandolin ve gitar çalan, Yunan klâsiklerini okuyan, kendi tarihinden bihaber “asri” köylüler ütopyaları; bunların Atatürk’ün Türk’ü arayışıyla da, milliyetçilik anlayışıyla da ilgisi yoktu. Atatürk millet hâline gelerek çağdaşlaşmaktan yana idi, onlar Batılılaşarak evrenselleşme[!] peşindeydi).
Bin senelik “hayat” kelimesini “yaşam”la değiştirmenin amacı, hedefi neydi? “Yaşanılmış tecrübe” anlamındaki “experience” kelimesi karşılığındaki “yaşantı” iyiydi fakat pek çok kişi bu kelimeyi “hayat tarzı” karşılığında kullanıyor; bazıları da “deneyim” diyorlar -ki, “tecrübenin” karşılığı oluyor. “Ticari” yerine “tecimsele”, “rıza” yerine “onama” ne gerek vardı? “Vakıa” karşılığında uydurulan “olgu” kelimesi tuttu tutmasına da, “vak’a” anlamında kullanılıyor; aralarındaki dağlar kadar fark güme gitti! Kelimelerin konnotasyonları (çağrıştırdıları [tedai ettirdikleri] gizli manâları) vardır. Yaşam ve onam deyince akla zımnen ne gelir! Geçenlerde bir televizyon yayınında “yaşamıma giren erkeklerin sayısını inanın unuttum” diyen hanım şuurdışı olarak aslında ne demektedir? “Yaşamsal girdilerin çıkarımları” deyince hangi şeyleri şuuröncesinde (preconscious) yaşatıyor?
Psikiyatrideki lisan sorununun Türkiye’deki genel lisan sorunundan soyutlanması mümkün değildir ve mes’elenin inkâr edilemez bir ideolojik boyutu mevcuttur: Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan, daha da net ifadeyle, Türklük’ün İslâm’la tanışıp hemhâl olduğu devirden kurtulmak.
Batı lisanlarının hepsi birbirlerini etkilemiş, kelime ve kavram alışverişi yapmışlardır. Bunun böyle cereyan etmesinden tabii hiç bir şey olamazdı çünkü aynı coğrafi, tarihi, dini ve kültürel ortamı paylaşıyorlardı. Bizde de benzeri yaşandı. Orta Asya’dan göçüp geldiğimizde yerleşik-medeni düzenle yeni tanıştık. Derin bir edebi ve kültürel birikimimiz yoktu. Daha ziyade hareketlilikle, atçılıkla ve avcılıkla bezenmiş bir lisanımız vardı; “gelivermek, yapıvermek” gibi kıvrak ifadelere Batı lisanlarında rastlamazsınız. Hâttâ İngilizce’de, gelecek zaman için özel çekim yoktur ve irade belirten “will” veya “shall” kelimesi kullanılır. Bizler Anadolu’ya sonradan gelenleriz. Nitekim aynı coğrafi, tarihi ve kültürel ortamı paylaştığımız için, Arap’tan, Acem’den, Ermeni’den ve Yunan’dan epey şey aldık, epey şey de verdik. Sonuçta husûle gelen, şimdilerde Osmanlıca diye ayrılaştırdığımız hars lisanının ne Arapça’yla, ne Acemce'yle (Farısi’yle), ne Ermenice’yle, ne de Yunanca’yla göbekten ilgisi vardı. Aldıklarımızı kendi potamızda eritip bizim malımız yapmış, zengin ve mükemmel bir lisan yaratmıştık. Kullanılan bütün kelimelerin de nesebi belliydi üstelik; hiç biri gökten zembille inmemişti.
Atatürk’ün inkılâplarının fikir babası Ziya Gökalp’ın uydurduğu mefkûre kelimesi bile fikirden türetilmişti. Osmanlı’nın yıkılması, hilâfetin lâğvedilmesi ve Batı’yla entegrasyonu amaçlayan bir seri inkılâp süresince zaman zaman ifratlara da kaçıldı.
Atatürk, çağdaş dünyada varlığını sürdürebilmenin tek yolunun asla dini, ırki veya etnik baza oturmayan bir kültür milliyetçiliği ve lâik-demokratik düzen olduğunu çok iyi görmüştü. Bunu temin ve tesis etmek için çabalarken hatalar da yapıldı. Bir dönem radyolarda Klâsik Türk Musikisi’nin icra edilmesi yasaklanmıştı -ki, Atatürk’ün, sofralarında, bu müziği nasıl keyifle dinlediğini hepimiz biliyoruz; sonradan bu anlamsız seddi bizzat kendisi kaldırdı.
Aynı ifrat lisan konusunda da yaşandı ve dünyadaki bütün lisanların Türkçe’den geldiği ana fikrinden hareketle ortaya bir “Güneş Dil Teorisi” sürüldü; masa başında, bol keseden “tilcikler, sözcükler” “türetildi”. O zamanlarda Atatürk’ün yaptığı bazı konuşmaları günümüzün değme uydurukçusu dahi anlayamaz!
Fakat Atatürk büyük adamlığını bu konuda da gösterdi ve “yaşayan her kelime Türkçe’dir” deyip kestirip attı; bu arada pek çok kaybedilmiş gerçekten öz Türkçe kelime de keşfedildi. Yani, hatadan çabuk dönüldü; dönüldü de, ne pahasına: Kraldan çok kralcılara meydanı boş bırakarak. İşte, halâ süren tasfiyecilik ve uydurmacılık hareketinin kökleri ta o zamandan kalmadır.
Osmanlı’yı tarihte hak ettiği yere koyabilmek için uzun senelerin diyalektik salınımları (ossilasyonları) gerekti; halâ bile bu iş lâyığınca yapılabilmiş değildir. Münevverlerimiz ya Osmanlı’ya perestiş ediyorlar (öykünüyorlar) ya da ondan nefret edip, Selçuklu’yla birlikte ele alırsak, yaklaşık 950–1000 senelik bir dönemi yaşanmamış farz ediyorlar. Ta İbn-i Hâldun’dan beri pek iyi bilinen sosyolojik bir kanunun farkında değiller: Zaman asla geri işlemez. Bir daha ne Osmanlı oluruz, ne de Şaman! Bir zamanlar tebaamız olan ve şimdilerde din namı altında kendi kültür emperyalizmlerini bize uygulamaya çalışan Arap ve İran ülkelerine de dönmeyiz, benzemeyiz. Türkiye, artık, Türk Milleti’ni etnisite farkı gözetmeksizin bağrına basan demokratik-lâik bir ülkedir. Bunu da yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Sırf “aman geriye gitmeyelim, irtica hortlamasın” korkusuyla kendi mazimizden utanıp onu yok farz etmeye devam eden sözüm ona “aydınlarımız” aslında neye hizmet ettiklerini farkında değiller; en azından gaflet içerisindeler. Bu, kendi geçmişimizle kültür irtibatımızı koparmaktan, zihinleri bulandırıp, tefekkürü fakirleştirmekten başka ne işe yarar (“tefekkür” fikir yürütmek demektir ve insana mahsustur, “düşünmekten” bahsedersek, diğer hayvanlar da düşünür ama tefekkür edemez)? Ne işe yarayacağını da ifade edeyim, kaçınılmaz bir şekilde kendi geçmişini ve lisanını merak edip incelemeye çalışan mütecessis gençleri mürtecilerin kucağına bırakırsınız. Nitekim aynen öyle olmuyor mu? Nereden çıktı veya türedi bu kara çarşaflı, garip sakallı, acayip cüppeler giymiş, gülsuyu ve terin rahatsız edici karışımıyla buram buram kokan insanlar? Bunlar Türk’ün harsında var mıydı ki! YOKTU, OLANLAR DA HEP AYNI ÜLKELERİN VE BATI’NIN İŞBİRLİĞİ İLE TÜRK’E KARŞI KIŞKIRTMALARLA DOĞAN MÜRTECİ HAREKETLERDEN İBARETTİ.
Bu şekilde çanta ve idiyosinkratik kelimelerle ne edebiyat, ne felsefe, ne de bilim yapılabilir; hele böyle metinleri başka lisanlara tercüme etmek trajikomik bir iştir, adeta imkânsızdır. Bana birisi bir şey “önerdiğinde” teklif mi ediyor, tavsiyede mi bulunuyor, salık mı veriyor belli değil! Türkçe’de “-cük, -cik” gibi son-takılar küçüklük veya sevimlilik ifade etmek için kullanılır; “kelime” lâfını çöpe atıp yerine “sözcük veya tilcik” demenin gereği olmadığı gibi, semantik ve linguistik açıdan da yanlıştır. Söz kelimesi de hem kelime, hem de ağızdan çıkanların tamamı anlamındadır.
Birileri kalktı, uzatma işaretini kaldırdı ve bunu dili zenginleştirmek, ilerici olmak adına yaptı! Uzatma işaretlerinin kullanılmamasının hata olduğuna dair bir örnek verelim: “ama halamı bulamadın be, kar da azaldı” ile, “ama halâ mı bulamadın, bekâr da az aldı” arasındaki anlam farkını yazı diliyle doğru ifade edebilmenin ve “Ali'm benim, alim olup, aleme ilim alemini taşıyacaksın” veya “aşıklarla aşık atılmaz” cümlelerinin doğru okunmasını sağlayabilmenin tek yolu gereken işaretleri kullanmaktır. Hâttâ, inceltme için de uzatma için de takke kullanılması bazen hatalara yol açabilmektedir: İkamet kelimesinde olduğu gibi. Çoğu kişi buradaki a harfini ince telâffuz etme hatasına düşmektedir. Böyle şeylerden kurtulmak için, değil işaret atmak, inceltme için takke, uzatma içinse -meselâ- o harfin altını çizerek yazmak düşünülebilir (bu yazıda olduğu gibi).
Teknik terimleri okundukları gibi yazmak ama ilk kullanılış sırasında diğer lisanlardaki orijinallerini parantezler içerisinde yanlarına ilâve etmek iyi bir fikir gibi görünmektedir. Istılahlar korunmalıdır (dünyanın “gol” dediğine “kalegirdi” mi diyeceğiz!). Terimlerin Arapça, Acemce, Hotantoca, Yunanca veya Lâtince’den gelmesinin değil, doğru olmasının şart olduğu kanaâtindeyim (kanaât [opinion] başka şeydir, inanç [belief] başka şey). H2O demek olan su ve keyifle yudumladığımız çay Çince’dir; brother, father ve mother kelimeleri sırasıyla, Frasça birader, peder ve maderden gelir ama kimse bunları Özingilizce veya Özamerikanca değil diye çöpe atmıyor; Amerikan Yerlileri’nin Bering Boğazı yoluyla Asya'dan gelen Türk ırkından kişiler oldukları düşülmektedir.
The Thirteenth Tribe isimli eserinde iddia eden Koestler’in fikirlerinden hareketle bir eyalet adı olan Iowa kelimesinin Türkçe ay ve ovadan geldiği söylenmektedir (Koestler'in Türk ırkçısı veya Turancı değil, Macar asıllı bir Rus Yahudisi olduğunu hatırlatalım; bahsettiğim 13. Kabile adlı araştırmasında ise Aşkenaz Yahudi’lerinin tarih sahnesinden silinmiş olan Hazar Türkleri olduğu iddiasını ortaya atmıştır. Bu iddia bilimsel çevrelerde hâlen tartışılmaktadır. Ayrıca Britannica Ansiklopedisi için de maddeler yazmıştır.).
Şuur kelimesi neredeyse terk edilmiş ve yerine bilinç terimini kullanmak adeta Türk psikiyatri camiasında var olabilmek için sine qua non bir şart hâline gelmiş olmakla beraber, bilmek kökünden bilincin, şuurun taşıdığı derinlikten mahrum olduğu, şuurluluğun sadece gnostik tarafını ifade edebildiği kanaâtindeyim. Şuur Arapça’da aynı zamanda kıl ve kıllar anlamına gelir; bunda mündemiç olarak “kıl kadar farklı şeyleri anlayabilmek” derinliği bilinçte yok ki…
Yunus’un sade (bazen de son derecede girift) lisanı da, Divan Edebiyatı’nın şaheserleri de, Nazım’ın destanı da, Necip Fazıl’ın şiirleri de bizim. Her birinin lezzeti farklı, yeri başka, manâsı ayrı. Niye bunların birinden utanalım veya diğerini feda edelim ki! Mazisi olmayanın atisi hiç olmaz.
Bir tarafta beynindeki kavramın Türkçe karşılığını bilmediği için yarı İngilizce konuşmak zorunda bırakılan kolejli, yabancı dilde eğitim almış bir grup, öbür yanda kendi yazdığını dahi kendisi anlayamayacak hâle gelmiş bir “entel” güruh, bu ifrat ve tefrit arasında bunalıp ne yapacağını bilemediği için tamamen anlam ve ifade hatalarıyla konuşan bir halk.
Orta Asya’dan gelen cetlerimizle de, Selçuklu’yla da, Osmanlı’yla da, asri medeniyet seviyesinin üzerine çıkmaya çalışan genç Türk Cumhuriyeti ve milletiyle de iftihar edeceğiz. Hepsinin müsbet, hayırlı yanlarını alıp çağdaş sentezimizi kuracağız ve bunu gerçekleştirirken de her türlü taassubun mutaassıp bir şekilde muhalifi olacağız. Yoksa kültürel bir şizofrenik çözülme kapımızda haince bekliyor ve birileri kıs kıs gülüyor.
Güzelim lisanımızı devirmeyip evirelim, çevirelim aqma evrimleştirelim!
*
İthâl Kelimeler ve Kavramlar
Kapitalizm, sosyalizm, faşizm, komünizm, gol, aut, tuş, psişe, neoplazm, metastaz, pike çekmek, santra. Yüzlerce hâttâ binlerce böyle kelime var diğer kültür iklimlerinden gelip lisanımıza nüfuz etmiş olan. Bunlar karşısında lisanla ilgilenenlerin belli tavırları var: 1) Hepsini aynen ve orijinalleriyle yazarak kullanmaktan yana olanlar: Bunlar “Top outa çıkmasına rağmen hakem goal kararı verdi ama stadiumdaki anarchy ve tension bir anda arttı” gibi cümleler kurarlar. Nitekim eski tıb kitaplarında bunun örneklerine bolca rastlarsınız. Artık pek taraftarı kalmamış durumda. 2) Türkçe’de okunduğu şekliyle bunları kullanmaktan yana olanlar: Bunlar “Top auta çıkmasına rağmen hakem gol kararı verdi ama stadyumdaki anarşi ve tansiyon bir anda arttı” diyeceklerdir. Epey taraftarı var bu yaklaşımın. 3) Hepsine illâ ki Türkçe karşılık bulup, yoksa da uydurup onu kullanmak isteyenler: Bunlar da “Top dışarı çıkmasına karşın yargıman kalegirdi kararı verdi ama topluseyirlikteki karmaşa ve gerilim bir anda arttı” gibilerinden bir şeyler söylerler. Son zamanlarda bu tavır pek moda; “yorumsamacı ve özdekçi düşün adamlarının yaşamsal ergileri erkin ekinselliği varsamamasına öykünmemek olmalıdır” gibi lâflardan müteşekkil “tümceleri” de yazanın anca kendisi anlar tabii ki!
Fakirin bu konudaki görüşü mutedil. İthâl kavram (concept) veya mefhumlara (notions) tekabül eden ve (menşei ne olursa olsun) bizim malımız olmuş kelimeler varsa, onları kullanalım: “Sermaye” varken “kapital” denmese de olur, diyeni de kınamamak gerekir, “anapara” da ne oluyor; ammaaaa. “kapitalizm” bizim kavramımız da değil, fikrimiz de; tıpkı “sosyalizm” gibi. İşte, bu gibi kelimeleri Türkçe okunuşlarıyla aynen kullanmaktan yanayım. Çünkü herkes kendi kafasına göre “tilcik” uydurup yazınca, böyle kitapları okumak ve anlamak imkânsızlaşıyor! Bu itidâlli tavrı tercih ettiğimi belirttikten sonra, bununla paralel bir yarı muhayyel sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bir kongreden dönüyoruz. Eski bir asistanımız olan ve artık uzmanlığını almış, hayata atılmış bir arkadaşımızla otelin lobisinde sohbet ediyoruz. Lâf döndü dolaştı, toplumdaki ve psikiyatri camiasındaki genel gruplaşmalara geldi, dayanamayıp suâl eyledi: “Hocam, sizde anlayamadığım, kavrayamadığım bir şey var. Hem sivri çıkışlarınız oluyor, hem de belli bir çizginiz yok”.
Gülümsedim, hem zülf-ü yare dokunduğun için değişik grupların tepkisini alacaksın, hem de çizgisizlikle itham edilecek, tanımlanacak, anılacaksın. Bir şeyler eksik, yanlış. Neden no men’s land’de zannediliyorsun? Öncelikle, “bir çizgisi olma” kavramını başkalarının önceden çizmiş olduğu, kolaycı ve fırsatçı kafaların da hemencecik etrafında öbek öbek toplandığı ideolojicikler için kullanıyor genç dostum. Yani tefekküre gerek yok, hazırlop “brainnet” paketlerinden birini satın alıvereceksiniz (internetten mülhem bu tilciği de ben uydurdum), at gözlüklerinizi takacaksınız, en hafifinden sekter, muhtemelen de yobaz olacaksınız. Sonrası kolay, başka türlü düşünen herkese “vurun kahpeyeyi” oynayacaksınız. Bu kafalar “vatan, millet” derseniz faşist, “Allah, din” derseniz “mürteci”, “sosyâl adalet, emekçi hakları” derseniz komünist. ilân ediverecekler sizi. Ne diyordu merhum Cemil Meriç (o Cemil Meriç ki, zamanında, mahkemede “evet, ben Marksist’im, var mı itirazınız” diye bağıran adamdır): “İzmler. İdraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor; hepsi de Avrupalı”.
Şimdi, Türkiye için, kavramların ne kadar acayip hâlde olduğunun bir dökümünü yapalım (bu arada, aklıma geldi, istisnalar haricinde bütün spikerler “doküman” diyorlar, doğrusu “doküman” olmalı; vazgeçtim Türkçe’den, yabancı menşeli kelimeleri de yanlış telâffuz ediyoruz):
Sağcılar denen grupta kimler var: Radikal İslâmcılar (millet deyince ümmeti kasteden, lâik cumhuriyeti reddedenler), ılımlı İslâmcılar, reformist İslâmcılar, milliyetçi-İslâmcılar (hani şu “Türk-İslâm sentezi” masalı, maazallah buna bir de “Kürt-İslâm sentezi” eklendi ve Hizbullah namı altında bir vahşet teşkilâtının marifetlerini ibret ve dehşetle takip ediyoruz, Gürcü-İslâm sentezcileri ve diğer sentez meraklıları da yolda), milliyetçi-muhafazakârlar (neyin muhafaza edileceği hususunda aralarında ciddi ihtilâflar mevcutsa da), ülkücüler, ırkçı Türkçüler, Turancılar, Alperenler, faşistler, merkez sağcı liberaller, Atatürk milliyetçisi sağcılar, bal gibi kapitalistler, sağın ticaretini yapan oportünistler (fırsatçılar).
Solculara bir göz atalım: “Dinozor” Marksist komünistler, Marksist olmayan komünistler ve Bakuninci anarşistler, etnik ırkçı komünistler (PKK gibi), Maocu komünistler, “eski Marksist” olmakla pek övünen ama şimdilerde “sadece solcuyum” diyen latent Marksistler, sosyal demokratlar, ılımlı solcular, Atatürk ulusçusu solcular, eskiden militan komünist olup da şimdilerde köşeyi dönmüş tatlı su sosyalistleri, bar “enteli” alkolik sosyalistler, diğerlerince “dönek” diye dışlanan entellektüel solcular, Agnostik solcular, materyalist solcular, Tanrı’ya inanan ama solcu olan solcular, sosyalist Müslümanlar, solcu olmazsa yalnız kalacağından korktuğu için solcu olan solcular, solun ticaretini yapan oportünistler (fırsatçılar).
Başka türlü adlandırılamayanlar: Bilmemkaçıncı Cumhuriyetçiler, takkeli veya entel liboş diye nam bulanlar, yanardöner satılık vicdanlı kalemşorlar, hiçbir fikri ve entellektüel birikimi olmamasına rağmen her şeyi bilen megalomanyaklar, her devrin adamı olmayı başaran lâf ebeleri, konformistler.
Allah aşkına, bu üç (özellikle ilk iki) grubun hangi açı(lar)dan homojenite taşıdığını ve neden aynı kefeye koyulduklarını mantıki olarak açıklayabilecek bir dahi varsa beni arasın, bilgileneyim, müstefit olup kırk yıl da köleliğini yapayım!
SAĞCI KİM, SOLCU KİM? Tam bir entellektüel anarşi, tefekkür anomisi, sosyal afazi (Alev Alatlı’ya saygılar, sevgiler)!
“Bak” dedim genç dostuma, “eğer ne olmadığımdan, hangi çizgiyle alâkam olmadığından başlamak daha kolay olacaksa -ki öyle gibi geliyor bana, sayayım”. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünden taviz vermek; Türkiye'de demokratik düzeni yıkıp yerine başka bir ideolojik veya dini idare getirmeye kalkılması; insanların din, dil, ırk, etnisite, cinsellik veya fikirleri açıdan ayrı tutulup farklı muamele edilmeleri, hürriyetlerin sınırının başkalarınınkinin başladığı yer olmadığı her türlü anlayış ve tatbikat; emeğin sömürülmesi, ter dökerek elde edilmiş servete düşmanlık etmek; bir ülkede veya kurumda idareyi elinde bulunduranların kendilerinden farklı düşünenleri dışlayıp aşağılamaları, aleyhlerinde dolap çevirmeleri; içtimai veya fikri her türlü kölelik, hür tefekküre zincir vurulması, her türlü totalitarizm ve faşizm”.
Bu sözler epey bir şeyi özetlemişti bana göre, de. Zekâ ve yeteneklerinden zerre kadar şüphe etmediğim muhatabımın gözlerindeki muğlâklık ifadesinin artışından anladım ki, ona göre hiç de aynı şey geçerli değildi. Daha fazla izahat gerekiyordu. Yoksa beni “milliyetçi, muhafazakâr, ilerici, sosyal demokrat, devrimci, lâik ve Müslüman”, yani bir ne idüğü belirsiz çorba olarak idrak edecekti (çizgisiziz ya)! İyi ama hoş, ben gerçekten de bunların hepsiyim. İzahat vermeye devam etmek gerekiyordu.
“Özetlemek gerekiyorsa, ben hikmeti (bilgeliği) arıyorum; hani şu İngilizce’de wisdom denen şeyi. Hikmeti bulacağım ki, kısır ideolojilerin, “sözüm ona dini” veya benzeri tefsir ve içtihat kalıplarının insanlara getirdiği ucuz mutluluk ve kolaycılık kapısı olan banâl gerçeklerden kurtulup, Hakikât’i bulmak yolunda ilerleyebileyim. Ama bunu yaparken de dirliğimin, düzenimin bozulmasına, hayatta kalma ve insanca yaşama hakkıma el sürdürtmeyeyim.
Gerçekle Hakikât’in farkını en güzel anlatan hikâye Gazali’nin Hint’ten aldığını sandığım fil ve körler örneğidir: Ortada bir fil var, çevresinde de körler; sorulmuş kendilerine «nedir bu?» diye. Birisi kuyruğunu tutmuş, «yılan» demiş, diğeri bacağını tutmuş «sütun» demiş. Kimse «fil» cevabını verememiş. İşte, mahiyetini ve vasfını bilemediğimiz, belki de asla bilemeyeceğimiz mutlak gerçeğin yani Hakikât’in karşısında bizler bu körler gibiyiz. Kendi zavallı gerçeklerimizi Hakikât zannediyoruz. Sanma ki bu ayrım benim kendi icadım; gerçek karşılığında reality, Hakikât karşılığında verity veya truth (doğru) kelimelerini kullanıyor Batılı. Bunu yaparken de bir miktar Agnostik bakıyorum her şeye, tıpkı ünlü filozof Popper gibi. Yani, belli bir konunun o an için bilinen en güzel izahı A Teorisi ise, bundan farklı ve daha doğru (Hakikât’e daha yakın) X, Y, Z. Teorileri’nin de olabileceğini ta baştan (a priori) biliyor, kabûl ediyor ve öyle yaklaşıyorum mes’elelere. Böyle olunca da, hiçbir şeyin dayatmacısı, tutturucusu, yani yobazı (mutaassıbı) olmuyorum. Ha, bakışlarından hissediyorum ki, ucuz bir baş eğiciliğe (konformizme) yüz verdiğimi zannediyorsun. Asla! Bilimsel düşüncede inançlar (beliefs) değil, kanaâtler (opinions) olur; kanaâtler de değişmeye mahkûmdurlar!
Benim irfanım hür, fikrim ve ilmim de hür ama vicdanım asla! Vicdan, Batılı’nın moral conscience’ı (ahlâki şuur) karşılığında kullandığımız psikolojik ve teknik bir terim; süperegonun şuurlu kısmına verilen isim! Süperego (üstbenlik) ise psişik dünyamızda yasakları, günahları, ayıpları ve mükemmeliyetçiliği temsil eden meleke. Hiç hür vicdan olur mu? Böyle bir ifade kendi kendine ters düşer! Demek ki genel ahlâk (morality) ve etik (ethics: özel hâllere, meselâ mesleklere has ahlâki prensipler) açısından tavizim yok.
Bilmem anlaşabildik mi: Metodolojik açıdan çizgim gayet net ve aşikâr. Bilimsel konularda ideolojiye geçit yok, sadece epistemolojik temel prensip zemininde, yöntem (usûl, method) var; o da deneycilik ve gözlemcilik, yani empirisizm (empiricism). Ammaaa, kendime has fikir, sezgi, ilham, tefekkür ve hayâl dünyamda istediğim gibi kanat açarım ebediyetin nihayetlerine doğru, kim karışabilir ki”?
“İşte bu noktada işler karışıyor” dedi dostumuz; “tasavvuftan, Allah’tan bahsedip böyle deyince adeta bir çifte açmaz, bir «double bind» olmuyor mu”?
“Aman yapma etme! Maâlesef Türk aydınlarının içine düştükleri en korkunç karadelik bu: Sekterlik, kesin inançlılık ve damgalama merakı. Yani Allah’tan bahsedersen mürteci, dinci ve yobaz; sosyal adaletten, emekten, sosyal demokrasiden bahsedersen Marksist-komünist; milliyetçilikten, vatan sevgisinden bahsedersen faşist ilân ediliyorsun. Tefekkür felç olmuş, dimağlar prangalı, kavramlar perçinle tutturulmuş zihinlerimize.
Zaman ve mekândan da önce var olan, onlardan ayrı-gayrı olmayan ve onlardan sonra da var olmaya devam edecek olan kozmik bir şuura, ilâhi sevgi ve bilgiye inanmakla, Bach’ı veya Itri’yi dinlerken yahut derin düşüncelerle flört ederken O’na uzanan gönül gözünü açmakla, müsbet ilmin icaplarını yerine getirme eylemi esnâsında taviz vermez bir metodist olmak arasında çelişen, birbirine ters düşen ne var ki! Bu evrensel birlik, vahdet hissine ister adına meditasyon denen disiplinle ulaş, ister şu veya bu ibadetle vasıl ol, ister musıkiyle meşk veya raks ederken yahut Taekwon do pumsesi çizerken eriyip git. Ne fark eder? Egonun zavallı sınırlarından kontrollü ve yapıcı bir şekilde sıyrılıp, müthiş ve eşsiz yalnızlığından geçici olarak ayrılıp, O’nun içinde erimenin, özüne ve Hakikât’e azıcık da olsa yaklaşabilmenin kazandırdığı muazzam kudreti, iç huzurunu ve arınmayı yaşamanın ne zararı var? Bu eşsiz yaşantının, müteakip bilimsel çalışmalarında da seni ne kadar güçlendireceğini mutlaka fark edeceksin”.
“İyice mistifiye ettiniz konuyu. Haydi, açıkça itiraf edin, bu söylemlerin altında sinsi ve gizli bir dincilik yatmıyor mu”?
“Hayır! Kat’i ve sarih bir ifadeyle hayır! Bu transandansı yaşamak için şu veya bu dinin mü’mini, filânca dergâhın müridi, falanca tekkenin meczubu olmak gerekmiyor. Tam bir Ateist de olsan bu doruk yaşantıyı (şu uydurukça moda kelimeyle deneyimi) yakalamak mümkün; yeter ki sevgiyle ve egonu aşarak bakabil aleme.
Dinler gaye değil vasıtalardır evlât! İnsanın kendisiyle, kendisinin içindeki kendisiyle, kendisinin içindeki kendisinin içindeki kendisiyle. yani bütün kozmosla, varlık ve yoklukla, mevcudat ve hiçlikle buluşması, barışması için birer vasıta. Bazısı bu hikmete dinle ulaşır, bazısı başka yolla. Onun içindir ki, itikadi konularda kimsenin kimseyi zorlamaya zerre kadar hakkı yoktur”.
Hâttâ bu muazzam kendinden geçişi, ekstaz hâlini yaşamamızı sağlayan beyin yapılarını dahi sayabilirim sana: Temporolimbik sistem ve amigdala nukleusu (çekirdeği). Nitekim bu bölgelerin deneysel uyarılmalarında, epilepsilerinde de (bir sar’a cinsi) benzer hâller yaşanıyor.
Devamı bir sonraki sohbette.
*
Yarı Muhayyel Sohbete Devam
Çizgisizlik, brainnetçilik (internet’ten mülhem bu “tilciği” benim uydurup fikir hayatımıza kazandırdığımı hatırlarsınız), Hakikât’i ararken zavallı gerçeklerde boğulmak, transandans. Buralardan devam etmekteyiz sohbetimize.
“Memleketimizde genel olarak müşahede ettiğimiz sosyokültürel yozlaşma ve kayıplar beni çok üzüyor dostum. Basitlikle (simplicity) sadelik (ignorance: hem saf, sade hem de cahil anlamına gelir), seçkinlikle (elitizm) züppelik (snobizm), vulgarizasyonla (hem halkın anlayabileceği hâle getirme hem de bayağılaştırma anlamlarına gelir) veya popülarizasyonla (toplumun anlayabileceği yaygınlığı kazandırma) ucuz popülizm (halk dalkavukluğu) maâlesef karmakarışık olmuş hâlde. Toplumumuz gustosunu kaybetti. Zaten Çanakkale Hârbi’nde Osmanlı’nın harsını bize taşıyacak hemen hemen bütün münevverlerini şehit vermiş bu ülke. Kalan azıcık elitin çoğunu teşkil eden, 15–20 sene önce gazinoları dolduran kaliteli ve kültürlü, görgülü orta sınıf artık sürünmekte, kitap veya CD, DVD, Blue-ray alacak parası da, morâli de yok! O zamanlar, assolist halis Klâsik Türk Musıkisi meşk etmek için sahneyi teşrif ettiğinde sol ellerindeki çatalları, sağ ellerindeki bıçakları usulca kenara koyup huşu içerisinde dinleyenler artık sırra kadem bastılar. Müzikolojik açıdan değersiz ama ekonomik açıdan pek kıymetli, estetik açıdan çirkin, muhteva açısından lümpen ve argo şarkıları söyleyen, bir gecede şöhretin zirvelerine tırman(dırılı)ıvermiş sözüm ona san’atçılar itibarda artık. Tabaklar kırılıyor, ceketler yakılıyor, ar damarları patlıyor ve bunları yapanları her gün toplumumuza “hortumlayan” vicdan fakiri büyük medya kurumları köşeleri dönüyor.
Saldırganlık, cinsellik, dehşet ve kan süslüyor(!) televizyon ekranlarını; esbab-ı mucibe hazır: Rating için canım! Rating hesaplarında kıstas alınan kesim kim? C ve D kümeleri; yani, sosyokültürel ve ekonomik açılardan en düşük, en cahil kesimler. Peki, neden onlar? Çünkü en büyük tüketici pazarını oluşturuyorlar da, ondan. Her şey bu derecede maddi ve ucuz mu? El-cevap: Evet, piyasa ekonomisinin kaçınılmaz sonuçları bunlar, n’apalım! Her şey ekonomi-merkezli olmuş. Doğu ve Güneydoğu’dan yoğun bir şekilde yaşanan göç müthiş bir sorunsalı da yanında getirmiş: Toplumsal anomi. Yani normların kaybı, kafa bulanıklığı, aidiyet ve mensubiyet şuurunun silikleşmesi veya sapması. Köyünden gelen ilk aile prensip olarak örfüne, adetlerine, devletine ve –kendi anladığı anlamda– dini inançlarına iyice sarılıyor, hemşerileri dışındaki dünyaya kapanıyor. Onlardan pek sorun çıkmıyor, esas tehlike ikinci neslin tepesinde, yani onların çocuklarında! Ne köylü kalabiliyorlar, ne şehirli olabiliyorlar ve her şeye isyan ediyorlar, kimlikleri yok çünkü. Medyanın mahut hediyelerini(!) gördükçe asla ulaşamayacakları bir hayata hem özeniyor, hem ona perestiş ediyor (öykünüyor), hem de nefretle doluyorlar. Zaten manevi kodlar değişmiş son on-on beş (2009 itibarıyla 30) senede: “Köşeyi dön de nasıl dönersen dön”, “benim memurum işini bilir” diyen, saatte 200 küsur kilometre sür’atle gitmekle övünen, şatafat ve papatya meraklısı bir zihniyet dimağlara pompalanmış; dürüstçe ticaret yapmak, vergisini ödemek enayilik hâline gelmiş. O zaman kolayca kötü yola düşüyor bu ikinci nesil: Yasadışı işlere bulaşmak, ideolojik veya dinsel örgütlere karışmak veya etnik terörün oyununa gelmek! Bizim muhterem medyamızın önemli bir kesimi de bu grupları kıstas alarak yayın yapıyor. Maâlesef insanlar kalitesizliğe, basitliğe kayma eğilimini genellikle taşır; entropi (dağılıp gitme eğilimi) ve entalpi (daha düşük enerji düzeyine kayma eğilimi) prensipleri fizikte olduğu gibi, aynen, cemiyetler için de geçerlidir. Çoğu kimse Itri’yi veya Bach’ı değil, Abraham Sweetvoice’i dinlemeyi tercih eder; ettikçe daha çok dinler; dinledikçe daha çok uzaklaşır sofistike zevklerden (bu arada, sophisticated lâfı hem üstün ve kaliteli, hem de içine hile ve desise karıştırılmış anlamlarına gelir ve tam Türkçe karşılığı yoktur – uydurdularsa da ben bilmiyorum). Rasyonalizasyon (mazeret bulup akla uygun hâle getirme veya minareyi çalınca kılıfını hazırlama) da hazırdır: Halka iniyoruz efendim.
İnmeyin kardeşim! Hele bizimki gibi cehaletin kol gezdiği, feodal, ataerikten ve yaşlı-erikten kopamamış, her türlü büyüsel düşünce tuzağına düşmeye pek müsait, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış ülkede halka inilmez, halk yukarıya çıkarılır! Hattâ bunu gerçekleştirebilmek için milli seferberlik yapılır bir zamanların Halk Evleri hareketinde olduğu gibi (tabii, oraları belli ideolojilerin pazarlandığı beyin yıkama merkezlerine çevirmemek kaydıyla). Halka inmeye kalktınız mı sonuç ortada: En fazla 100 kelimeyle düşünüp yaşayan bir güruh, Marx’ın “din, halkların afyonudur” ifadesini, hayatta olsaydı, “din kadar, hattâ ondan da hâllice bir şekilde, medya halkın afyonudur” diye değiştireceği kadar uyuşturulmuş beyinler”.
Genç dostumun gözleri fal taşı gibi açıldı; hayretle araya girdi:
“Aman hocam, bunlar bal gibi sosyalist söylemler. Bir önceki sohbette vecdden, mistik yaşantıdan bahsediyordunuz, şimdi Marx’ı haklı görüp dine saldırıyorsunuz. Bir yandan da uluslaşmaktan söz ediyorsunuz. Bu ne perhiz ne lâhana turşusu? Üstelik büyük medyada çok görünen, hâttâ bu sebeple meslekdaşlarınızca eleştirilen bir kişi olarak, sanki tükürdüğünü yalamak olmuyor mu bu sözleriniz”?
Çizgisiziz ya! Brainnetlerden birine bağlı değiliz ya! İzah gerek, yoksa gene damgalanacağız.
“Sevgili dostum. En muazzez hâliyle dinin kendisinin bu işte ne kabahâti var? Ama binlerce safsatayla, bid’atla ve uydurmayla bir sömürü aracı durumuna getirilmiş kurumsal anlamdaki dine tabii ki hiç hoş bakmıyorum. Hem hatırlarsan, evrenle bütünleşme (vahdet) yaşantısını yaşamak için dindar olmanın hiç de gerekmediğini, dinlerin gaye değil vasıtalar olduğunu anlatmıştım sana. Eğer bu vasıta hayra (esenliğe, barışa, sevgi ve bilgiye) hizmet ederse makbûldür, şerre yönlendirirse ben onu istemem. Örnek mi istiyorsun? İslâm’ın altın devrinde (yaklaşık X. YY civarına kadar) gerek Arap ve Acem, gerekse Türk Müslüman bilim adamlarının müsbet ilime yaptıkları muazzam katkıları hatırla; bir de İslâm ülkelerinin şimdiki hâline bak! Batı’dan örnek istersen, Ortaçağ karanlığının mimarı Katolik Kilisesi’ni hatırlayıver; zavallı Galileo’nun çektiklerini hafızanda canlandır.
Marx'a gelince. Tıpkı psikiyatride Freud’un, müzikte Wagner’in, doğa-bilimlerinde Darwin’in yaptığını yapmıştır, tam bir devrimci ve dahidir. Söylediklerinde ve tahlillerinde son derecede haklı olduğu taraflar vardır. Marx’ı tanımadan entellektüel olunamaz ve Batı tarihinin dinamikleri anlaşılamaz. O da, demin zikrettiğim diğer dahiler gibi, kendi büyüklüğünün altında ezilmiş ve hatalar yapmıştır; bir nev’i ‘peygamberliğe’ soyunmuştur. Bu büyüklerin ortak tarafı var: Çok iyi gözlemciler, çok isabetli tahlilleri ve keşifleri var ama her şeyin çözümünü bulmak vehmine düşmüşler. Freud insanı çözdüğü vehmiyle etkili (efficious) bir tedavi yöntemi olduğunu zannettiği psikanalizi nöropsikiyatrinin başına sararken, Wagner eşsiz armoni anlayışı ve uygulamasını müteakip bestekârlara empoze ederek atonal ve ucube müziklerin yapılmasına yol açmış, Darwin de evrimin en önemli mekanizmalarından birini (doğal ayıklanma-seçilme) keşfederken, her şeyi bundan ibaret sanmıştı. Bu ve başka büyük adamların dehalarından nasiplenmek ve doğru yanlarını istihrac etmek (extraction) için illâ ki onlara tamamen atılıp kapılmak mı gerekiyor? İşte, benim mutaassıp bir şekilde muhalif olduğum taassup batağı burada başlıyor. Wagner için bu pek söylenemez ama Marksizm ve Freudizm birer din hâlini alıp, yeni yobazların afyonu durumuna düşmüşlerdir. Darwin’inki çok daha fazla sınanabilir bilimsel bir kuram olduğu için, bu alandaki ilerleme Neo-Darwinizm şeklinde modifiye edilmiş ve Vatikan tarafından bile kabûl görmüştür.
Uluslaşmak (millet hâline gelmek), bu günün ve yarının dünyasında mevcudiyetimizi devam ettirebilmemizin tek yolu. Millet deyince de, Fransız İhtilâli’ni müteakip, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözlerinde şahikasına ulaşan, asla etnik veya dinsel temele dayanmayan, tarih, menfaât, gönül ve (kısmen) coğrafya birliği içerisinde aidiyet ve mensubiyet şuurunda buluşmuş bir Türklüğü anlıyorum. Nitekim o dönemin paradigması “uluslaşarak Batılılaşmak” idi; safsatalardan arınarak aydınlanan ve Batı medeniyetinin trenine binen ama özüne de yabancılaşmayan bir millet ve milliyetçiliğe mecburuz. Bu gün Avrupa’nın çoğu gelişmiş ülkesinde “nationalism” deyince “racism” yani ırkçılık anlaşılır ve nefretle karşılanır. Doğrudur ve öyledir de. Çünkü onlar uluslaşma sürecini çoktan aşıp bütünleşmeye gidiyorlar. Fransız her hücresine kadar Fransız’dır, İtalyan burnundan kıl aldırmayacak derecede İtalyanlığı ile mağrurdur, Portekizliler İspanyollar’dan nefret edecek derecede Portekizli’dir vs. Yani bireysel ve toplumsal kimlikleri tam oturmuştur. Öyle olunca da, rahatlıkla Avrupa Birleşik Devletleri’ne bayrak açarlar; ayrıca, dünyanın kalan kısmını bir güzel sömürerek yakaladıkları ekonomik refah da onlara bu lüksü tanır. Tıpkı, bireyleşme sürecini tam ve tekemmül ederek yaşayabilmiş ve maddi problemi olmayan olgun bir kişinin filânca partiye, falanca sosyal kulübe girmekle kişiliğini kaybetmeyeceği gibi. Ama ya biz. 50 küsur etnik, yüz küsur dini grup, feodâl bir yapı, berbat bir ekonomi ile bu talihe sahip değiliz henüz. Önce kaderde ve kederde bir olmayı öğrenelim yani ulus olalım, sonra onu aşalım. Görmüyor musun bütün dünya bizi dezentegre edip didiklemek için nasıl üzerimize üzerimize geliyor? Sevr asla ölmedi, uykuya yatırmışlardı, şimdi esnemeye başladı, akabinde de uyandıracaklar. SAĞCIMIZLA, SOLCUMUZLA GELİN CANLAR BİR OLALIM! Evrensele giden yol ulusaldan geçer, aksi takdirde tarihin tozlu sayfalarında yok olur gideriz. Vatanını, halkını sevmek de hiçbir kurdun kuşun tekelinde değildir. Bilmem anlatabildim mi?
Medyada sık görünmeme gelince. Bir de kabûl etmeyip katılmadığım programları, teklifleri saysam herhâlde epey gülerdin. Genel kültürüne güvenen, ağzı lâf yapan, söylediğinin arkasında duran ve doğru mesajlar veren psikiyatrların medyadaki sayısının artmasını ve sık sık da bu misyonlarını yerine getirmelerini samimiyetle diliyorum. Eleştirenler de zarfı değil, mazrufu muhatap almalılar ve bunu yaparken hakaretamiz, edepsizce ve seviyesizce değil, edeple ve efendilikle gerçekleştirmeliler; ‘zort’, ‘çüş’, ‘ulan’ gibi lümpen ifadeler yazanların kendisine tevcih eder, kişiliklerini yansıtır! Psikiyatri dışındaki konularda fikir yürütmem konusundaki gıyabi eleştirilere gelince. ‘Fikir Adamlığı Fakültesi vardı da biz mi orada tahsil görmedik’ diyerek, ince bir tebessümle karşılıyorum bunu”.
“Biraz daha anladım sanıyorum bu sefer sizin nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunuzu. Bu sohbetimiz lisandan çok fikir teatisi hâlinde geçti. Lisan konusunda açılımlara giremedik”.
“Aman canım kardeşim. Hiç olur mu? Her fikrin de, zikrin de taşınma, paylaşılma ve iletilme yolu lisandır. Yukarıda bahsettiğim ruh içerisinde, sekterlikten uzak, fakirleştirici değil zenginleştirici, tasfiyeci değil kollayıcı bir plâtformda lisanımıza sarılmak zorundayız. Basit, sade dilinden dolayı Yunus Emre’yi ve Aşık Veysel’i sevdiğimiz kadar, divan şiirini de, Mevlâna’yı da anlayabilmek için çabalamalıyız. Bir ulusu tahrip etmek istiyorsanız onun lisanını mahvedin, topa tüfeğe gerek kalmaz.
Bu sohbetimize rahmetli Cemil Meriç amcamın (kendisine böyle hitap ederdim) sözleriyle son verelim istersen: “Kamusa uzanan eller namusa uzanır”; lisan da bir milletin namusudur”!
“Gene görüşürüz, sevgiyle”.
Mehmet Kerem Doksat – Kazasker – Nişantaşı – Fûlya – İstinye – 1999 – 25 Ekim 2009 Pazar – …