M. Kerem Doksat | 12 Kasım 2012 Pazartesi | 6885 |
Öncelikle, makalenin başlığındaki hatamı fark ettim ama nedense değiştirmedim; belki gayrı şuûrî olarak ona Minör gamı atfetmişimdir.
1900’de İstanbul’un Sarıyer semtinde Münir Nurettin Selçuk ismi verilen bir bebek dünyâya gelir. Doğum tarihi için çeşitli kaynaklarda 1899, 1900, 1902 gösterilmiştir. Divân-ı Hümâyun muâvini ve Dârülfünun İlâhiyat Şûbesi muallimlerinden Mehmed Nuri Bey ile Fatma Hanife Hanım’ın oğludur. On beş yaşında Dâr-ül Feyzi Musikî Cemiyeti’ne talebe olarak girer; üç yıl sonra da, hânendelerinden biri olduğu bu topluluğun konserlerine çıkar. 1907’de Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’ni bitirip Kadıköy Sultanîsi’ne yazılır. Aynı yıl Dârülelhan’a da girer, Zekâizâde Ahmed Efendi’den dört yıl ders alır.
Âilesinin ısrarı ile tahsil için gittiği Macaristan’dan 1917 yılında geri döner. Dâr'ül Feyz'i Mûsikî Cemiyeti'ne devam eder ve Zekaizâde Ahmet Irsoy’dan ve Bestenigâr Ziya Bey’den mûsikî dersleri alır. Bestekârlığa 1920 yılında Tevfik Fikret’in “Bu Bir Terânedir” şiirine yaptığı bir besteyle başlar. İkinci olarak “Sensiz Ey Şûh Gözlerim Avâre Kâlbim Ağlıyor” güfteli şarkısını besteler ve bu iki eserden sonra yirmi yıl süreyle hiç beste yapmaz. Hârikulâde bir tenor sese sâhiptir.
1923 yılında askerliği sırasında Mızıka-ı Hümâyûn’da sonradan da Riyâset-i Cumhur Musikî Hey’eti’nde çalışan Münir Nurettin, eski okuyuşla yeni anlayışı birleştirerek alışılagelenden çok farklı bir üslûpla, 1928’de Sâhibinin Sesi firmasında ilk plâklarını yaparak dikkatleri üzerine çeker ve aynı yıl Paris’e giderek ses tekniği konusunda öğrenim görür. Aynı zamanda orijinal bir ses tekniği eğitimi görmüş ilk Türk müziği ses san’atçısı olup, 19. Asır İtalyan opera şarkıcılığının izlerini taşıyan icrâ üslûbu “Bel Canto’dan” etkilenir ve Batı Müziği tonlarını ve renlerini bizimkiyle izdivaç ettirir.
Türk Müziği tarihinde tek başına konser verme geleneğini getiren san’atçı, ilk solo konserini Paris dönüşü, 1930 yılında, şimdiki Dormen Tiyatrosu’nda vererek büyük ilgi toplar ve hayranlık uyandırır. Konserlerinde frak giyen ve ayakta şarkı söyleyen, aynı zamanda koro eşliğinde solo okuma geleneğini de ilk kez uygulayan san’atçı o olur. Batı’dan gelen opera, tango gibi etkileri, kendi Türk müziği okuyuş üslûbuna dâhil eder. Sinemaya da çıkar (http://www.sinemalar.com/film/7447/Kahveci-Guzeli/):
KAHVECİ GÜZELİ (1941)
Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, Senaryo: M. İhsan (Nâzım Hikmet'in bir hikâyesinden), Görüntü Yönetmeni: Cezmi Ar, Müzik: Sadettin Kaynak, Oyuncular: Münir Nureddin Selçuk, Nevin Seval, Talat Artemel, Nezihe Becerikli, Hazım Körmükçü, Behzat Butak, Cahit Irgat, Avni Dilligil, Hadi Hün, Yaşar Nezihi, Avni Dilligil, Muazzez Arçay, Mümtaz Ener, Yapımevi (şirket): İpek Film (İpekçi Kardeşler), Konu: İyi çalışmayan bir kahveye çırak olarak kapılanan Tekin ile Keloğlan adlı iki kardeşin öyküsü. Oyunculuğunun hiç de yetenek dolu olmadığını maâlesef söylemek zorundayım…
Beste çalışmalarına asıl 1940-1941 yıllarından sonra başlayan Münir Nurettin, İstanbul’a döndükten sonra otuz yılı aşkın bir süreyle İstanbul Belediye Konservatuarı İcrâ Hey’eti’nde görev yapar. Birçok genç nesil san’atçının yetişmesine katkıda bulunur; özel olarak ders verdiği kişiler arasında Türk Müziği ses san’atçısı olan Alâeddin Yavaşça da vardır. Dünyâ müzik çevrelerinde de büyük ilgi görmüş olan san’atçı, 27 Nisan 1981’de evinde, akşam saatlerinde büyük acılar çekerek vefat eder.
Âşiyan Mezarlığı’nda yatan Münir Nurettin Selçuk, Timur Selçuk’un babasıdır.
*
Bekir Sıdkı Sezgin (1 Temmuz 1936, İstanbul - 10 Eylül 1996), Klâsik Türk Mûsikîsi üslûbunun en önemli temsilcilerinden biridir.
Bekir Sıdkı, 1946-1948 yıllarında İzmir’de bulunan teyzesine yanına gittiği zamanlarda buradaki Hisar Câmii’nde ünlü bestekâr Râkım Elkutlu ile tanışır ve bestekârın kendi eserlerini kendisinden öğrenir. Babası Hâfız Hüseyin Efendi, annesi ise, güzel sesli ve güzel ud çalan Feride Hanım’dır.
1942 tarihinde ilk mektebe başlayan Bekir Sıdkı, lise yıllarında babasının teşviki ile başarılı bir imtihandan sonra İstanbul Belediyesi Konservatuarı’na girer ve mezun olur. Denizli’de, 1956 yılında vatanî görevini tamamlayıp, 1958’de İzmir’e yerleşir ve 1964 yılında da orada evlenir.
1959 yılında, TRT İzmir Radyosu’nun imtihanını kazanır ve “yetişmiş san’atkâr” olarak bu radyoda göreve başlar. Yine aynı yıl içerisinde solist ve diğer bir sınavla da “birinci sınıf ses san’atkârı” unvanını alır.
1967 tarihinden sonra bu kuruluşta stajyer san’atkârlara dersler verir. 1973’de ise İzmir Radyosu’nda Klâsik koro şefliğine, 1976’dan itibâren de İstanbul Devlet Türk Mûsıkîsi Konservatuarı Öğretim Üyeliği’ne getirilir.
Aynı tarihlerde İstanbul Radyosu ses san’atkârlığı, Küçük Koro Şefliği ve TRT Merkez Denetleme Kurulu Üyeliği görevlerini birlikte yürüten Bekir Sıdkı Sezgin, 1980 tarihinde TRT’den emekli olur ve konservatuardaki görevinden de ayrılarak 1971-1983 yılları arasında değişik ülkelerde dinî ve dindışı mûsıkîmizle ilgili birçok konserler verir.
1 Eylül 2006’da şöyle yazmışım (http://www.keremdoksat.com/2006/09/01/bekirbekir-sidki-sezgin-ustadi-temasa-ederken/): Hay Allah râzı olsun, henüz vefat etmeden evvel onun hayatını anlatan enfes bir VCD hazırlamışlar. Kim mi o? . Bir musıkî âbidesi, nûru, pîri.
Seyredip dinlerken her seferinde gözlerim doluyor, gizlemeye gayret ediyordum ki, meğer can kızım zâten keşfetmiş hâlet-i rûhiyemi! “Babacığım” diyor cin gibi ve hassas gözleriyle beni süzerek, “biliyorum ki sen duygulandın gene”…
0
Ne garip, hemen aynı teessürü Japon viyolonist Carnegy Hall’daki muhteşem konserinin laser-disc’ini her seyredişimde de yaşarım. transkripsiyonunu müteâkip “Tzigan”‘ını (Çigan) bitirdiğinde de hep gözlerim dolar. Tıpkı büyük üstâd Andrs Torres Segovia Alhambra Sarayı’ndaki hârikulâde resitalini her seyredişimde olduğu gibi.
…
Evrensel, ilâhî, mistik, beşerî ve insanî …
Hakikat mûsikîdir, bilgi değil. Bilgi musikîyi süsler ancak!
Kendime bakıyorum şöyle bir: torunuyum, dayım, teyzem ve anne tarafım silme san’atçı dolu. Fakire de bulaşmış, biri , üç sene devam edip korist olarak konserlere iştirak etmişim.
.
Bana bu ufku açan, sağlayan, teşvik eden rahmetli babama, emânet anama ve kadere şükrediyorum. Hem millî hem de cihanşümûl olmayı bana temin ettikleri, imkân bahşettikleri için.
Ve…
Yaş 45, özlüyorum pederi.
Hayatta olsaydı da, şu fâni âlemin mes’elelerini konuşsaydık biraz… Ulusaldan evrensele uzanarak, yedi âlemi kucaklayarak…
, VCD’sinde şunları söylüyor: ““. Gözlerindeki o vakur ama mistik duygulanışla…
Ve sessizce göçüp gidiyor Ebedî Şark’a, tevâzu ile, sessizce!
Nice kayıp giden yıldızlar gibi, onlar asla ölmezler, sâdece sönerler ama gören gözler için nûr bâki kalır.
Bakın seyredin: http://www.youtube.com/watch?v=S-qqd9vltss. Onu tanıyacaksınız, net ve öz; bahsettiğim VCD’den bir bölüm…
Özel bir anlaşma ile 1985 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsıkîsi Devlet Konservatuarı’nda öğretim üyeliğine başlar, 10 Eylül 1996’da hayata gözlerini yumar.
Na’t- şerîf: Bir şeyi veya kişiyi methederek anlatma, vasıflandırma (msl. Hz. Muhammed’i veya Mevlânâ gibi din büyüklerini) övmek üzere yazılan şiirlerdir. Bunları okuyanlara da n’at-bân denir.
Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi,
Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi;
Nazenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kâinat,
Nur-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi;
Der şeb-i Mi’rac bude Cebrail ender rikab,
Panihade ber ser-i nüh künbedi hazra tüyi;
Ya resulallah tü dani ümmetanet acizend,
Rehnüma-yi âcizani bi ser-ü bi pa tüyi;
Servi bostan-i risalet nev behar-i ma’rifet,
Gülbün-i bağ-ı şeriat sünbül-i bala tüyi;
Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber,
Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi.
“Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin,
Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;
Ulu Allah’ın nazlısı, kâinatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi
Peygamberlerin gözünün nûru bizim gözlerimizin ışığı sensin;
Miraç gecesi “Cebrail” rikabında olduğu hâlde,
Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin;
Ey Allah’ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin âcizdirler,
Başsız, ayaksız âcizlerin yol göstericisi sensin;
Peygamberlik bostanının selvisi, ma’rifet dünyâsının ilkbaharı,
Şeriat bağının gülfidanı, yüce sünbül sensin;
Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,
Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin”.
“Yâ Hazret-i Mevlânâ Hak dost,
Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi,
Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi
Dost Sultanım,
Nâzenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kâinat,
Nûr-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi
Ya Mevlânâ hak dost
Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber,
Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi
Ya tabibel gulub ya Veliyallah Allah dost”.
Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin,
Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;
Ulu Allah’ın nazlısı, kâinatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi
Peygamberlerin gözünün nûru bizim gözlerimizin ışığı sensin;
Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,
Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin”.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’nin en samimî dostu Şemsi Tebriz’i olduğu düşünülmektedir. Mevlâna, kendisi ile Şemsi Tebrizi arasında ayrılık ve gayrılık bulunmadığını göstermek için olmalı ki, şiirlerinde hep Şemsi Tebrizi mahlâsını kullanmıştır.
Buhurizade Mustafa Itrî’nin (d.1640-İstanbul - ö.1712. 17. Asır büyük Türk bestekârı. Asıl adı Mustafa olup, çiçekçilik ve meyvecilikle uğraştığı için kullandığı Itrî, mahlâsıdır) Mevlânâ’dan intihap edilmiş başka Na’tler ve gazeller de bu beste ile okunurdu.
Bu muhteşem Na’t Bekir Sıdkı Sezgin’in, Kâni Karaca’nın, yeni üstâdların seslerinden dinleyebilirsiniz ama Minür Nurettin Selçuk’tan değil…
*
Bu makaleyi neden, niçin ve nasıl yazdım…
Son zamanlarda “Bekir Sıdkıcılar” ve “Minür Nurettinciler” gibi absürt ayrılıklar var…
Bir keresinde, sohbet ederken, Murat Bardakçı “bize o zâtın sesi kedi miyavlaması gibi gelir, biz Münir Nurettinciyiz” diye bir lâf etmişti de…
İkisi de büyük adam, ikisi de dâhi ve dahi kolay kolay benzerleri gelmez!
Lâkin Minür Nurettin Garp’tır, şarkılarında Şark asgarîye düşmüştür ama hâlis Türk’tür. Sol beyin yarısına hitap eder. Gösteriş merakıyla, koroyla şarkı söylemesiyle, sinema filminde oynamasıyla, âşikâr narsisizmiyle, İtalyan opera şarkıcılığının izlerini taşıyan icrâ üslûbu “Bel Canto’dan” etkilenip Batı Müziği tonlarını ve renlerini bizimkiyle izdivaç ettirerek bir “açılım” yapmasıyla. İçimizdeki Garb’dır. Pek de iyi etmiştir.
Bekir Sıdkı ise Garb’dan da nasiplenmiş Şark’tır ama o da hâlis Türk’tür… Sağ beyin yarısına hitap eder. Dünyânın dört bir yanında verdiği konserlerde hep seviyesini ve ilkelerini, tevâzuunu, rûh kökündeki Mevlevî terbiyesini hep muhafaza etmiş, şâşaa ve mübalâğadan hep kaçınmıştır. İçimizdeki Şark’dır ama bizim rûh kökümüze daha yakındır. Pek de iyi etmiştir.
Kısa bir arayla bir hediye:
t":"300
Ne Minür Nurettin N’atı icra öbürü gibi edebilirdi, ne de Bekir Sıdkı Endülüs’te Raks’ı diğeri gibi…
Çok tipiktir; sol beyin hâkimiyeti olanlar Chopin’den de haz duymaz ama Beethoven’e bayılırlar.
İki beyin yarısına da bir tek Mozart hitap eder, herkes hoşlanır…
Aklıma Hans Asperger geliyor…
Fakıyr gibiler ise hepsinden haz duyarlar.
Âlemlerin hepsi de bizim için değil mi ki?
Mehmet Kerem Doksat – İstinye - 09 Haziran 2011 Perşembe