M. Kerem Doksat | 17 Ağustos 2019 Cumartesi | 2638 |
Sevgili Mekâncılar,
Şimdi sizlerle Vatan ve Atatürk Hayranı bir şairden bahsetmek söz etmek istiyorum. Herkes tanır onu: Nâzım Hikmet Ran (1902-1963 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği).
***
Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın Teşrinlerde
***
İzmir 918 Teşrinlerinde
İzmir 919 Mayısına
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar, Mayıs ortasında kadar
(yani kırma mevsimi yani arpalar biçilip
yani araçlar, kırma mevsimi
yani arpalar biçilip
buğdaya başlanırken)
Yuvarlandılar…
***
Adana
Antep
Urfa
Maraş:
Düşmüş düşüyorlardı
Antepliler şilâhşor oldu
Uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
Ve Arap kısrağının üstünde
Uçan turnayı ard ayağından vururlar
Ve Arap kısrağının üstünde
Taze yeşil Selvi gibi ince uzun durdular
Antep sıcak
***
Antep Çetin yerdir
Antepliler silâhşor olur
Antepliler yiğit kişilerdir
Belki rahatsızdı, belki rahattı
(bunu düşünmeye vakit bırakmıyordular)
Onun atı, silâhı, toprağı yoktu
Boynu böyle çok gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
***
Antepliler silâhşor olur
Uçan turnayı gözünden
Kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
Ve Arap kısrağının yeşil Selvi gibi üstünde dururlar
Antep sıcak
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur
Antepliler yiğit kişilerdir
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı
Belki rahatsızdı, belki rahattı
(bunu düşünmeye vakit bırakmıyorlardır)
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar
“Yiğitlik” atla, silâhla, toprakla olur
Onun atı, silâhı yoktu
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve yine böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce…
Gâvurlar Antep’e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
Eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir
Kırmızı kayalarla
Yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
İleri geri…
***
Antepliler düz ovada sıkışmışlardı
Gâvur şarapnel döküyordu
Toprağı kökünden söküyordu
Gâvur tutmuştu tepeleri
akan Antep’in kanıydı
Düz ovada bir gülfidanıydı
Karayılan’ın
Karayılan olmadan önceki siperi
Bu fidan öyle küçük
Kokusu ve kafası öyle büyüktü ki onun
Namluya tek fişek sürmeden
Yatıyordu yüzükoyun
Antep sıcak
Antep çetin yerdir
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir
Fakat gâvurun topu vardır
Ve ne çare kader
Düz ovayı Antepliler
gâvura bırakacaklardı
***
Karayılan olmazdan öne
umurunda değildi Karayılan’ın
kıyamete dek gâvura verseler Antep’i
Çünkü onu düşünmeye alıştırmadılar
Yaşadı bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gülfidanıydı onun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını
Derisi ışıl ışıl
Gözleri ateşten al
dili çataldı
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı
***
Karayılan olmazdan önce
Umurunda değildi Karayılan’ın
Kıyamete kadar gâvura verseler Antep’i
Çünkü onu düşünmeye alıştırrmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
Siperi bir gülfidanıydı onun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını
Derisi ışıl ışıl
Gözleri ateşten al
Dili çataldı
Birden bir kurşun gelip kafasını aldı
Hayvan devrildi kaldı
***
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encamını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini:
“İbret al, deli gönlüm,
Demir sandıkta saklansan bulur seni
ak taş kara yılanı bulan ölüm…”
***
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet adı Anteplileri
seğirttiler peşince.
***
Gâvuru tepelerde yediler
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana:
“Karayılan” dediler…
ve biz bunu böylece duyduk.
Ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen
Karayılan’ı
ve Anteplileri
ve Antep’i
aynen işittiğimiz gibi
destanımızın birinci bâbına koyduk”
***
Biz ki İstanbul şehriyiz,
seferberliği görmüşüz:
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
***
bir de ittihatçılar
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
91’ten 18’e kadar yedi bitirdi bizi
***
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker,
Erimiş Altın pahasına gazyağı
ve namuslu, çalışkan fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarda
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu
velâkin Tarabya’da, Pötişan’da ve Adada Klüpte aktı Ren şarapları su gibi
***
ve şekerin sahibi kapladı Miloviç’in yorganına bin Liralıkları
Bir de sakallı halifenin
bir de Vilhelm’in bıyıkları…
***
Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli büyük şair: “Ey bin kocadan arta kalan, bilmem neyi bâkir”
demiş bize…
***
ve bir başkası yekpare Acem mülkünü feda etmiş bir sengimize.
Biz ki İstanbul şehriyiz
işte arz ederiz hâlimizi
Yüce Türk halkının yüce katına
***
Mevsim yazdır, 919’dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
Dört düvele teslim ettiler bizi
Gözü kanlı düvele
anadan doğma çırılçıplak
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz
***
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
ve bir de Yunan,
***
bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir Afrika zencilerini
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz:
Vahdettin Sultan
ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
ve mandacılar
***
919 Temmuzunun 3’ünü günü
pek mütevazı bir mektep salonunda
in’ikad etti Erzurum kongresi
***
Erzurum kışı zorludur balam
Tandırında taze tezek yakar Erzurum
Buz tutar yiğitlerin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı kesilmiş
donmuş görürsün karanlığı.
***
Erzurum kışı zorludur balam
Tandırında tezek yakar Erzurum
Buz tutar yiğitlerin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı kasılmış karlı ovada
kaskatı kasılmış,
donmuş görürsün karanlığı
***
Erzurum’da kavaklar balam
Erzurum’da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar
ve terden ve toz dumandan sinekten geçilmez
Erzurum’da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar
***
Erzurum’un düzdür, topraktır damı
Erzurum’un güzelleri giyer balam
incecik ak yünden ehram
Yürek büker balam
Erzurum’lu türkülere
Halim selimdir Erzurum’un adamı
***
Velâkin dönmesin gözü bir kere!
Erzurum’da on dört gün sürdü kongre
orada, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşenler onların
Orada, bir Şurayı Milliye’den bahsedildi
İradeyi Millîye’ye müstenit bir Şûrayı Millîye’den
“Bütün aksamı vatan bir küldür” denildi
Manda ve himaye…”
***
Buna rağmen,
İstanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a:
“Amerikan mandası altına girelim” diye.
***
“İstiklâl diyorlardı, şâyanı arzu tercihtir, ama,
bugün bu, diyorlardı mümkün değil.
Birkaç vilayet diyorlardı kalacak elde,
Şu hâlde diyorlardı, şu hâlde,
Memaliki Osmaniye’nin cümlesine şamil,
Amerikan mandaterliğini talep etmeyi
memleket için en nafi
bir şekli hâl kabûl ediyoruz.”
***
Fakat bu şekli kabûl etmedi Erzurumlu,
Erzurum’un kışı zorludur balam
Buz tutar yiğitlerin bıyığı,
Erzurum’da kaskatı, dimdik ölür adam
kabullenemez yılgınlığı…
***
İstanbul’da hanımlar, eyler paşalar
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu
şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere
“Bizi bir başımıza bıraksalar,
Tarafgirlik ve cehalet
ve çok konuşmaktan başka müsbet
bir hayat kuramayız.
***
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
Filipin gibi vahşi memleketi adam etti Amerika
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra yeni dünyanın sayesinde
istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
***
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
Avrupa’da görmek ister.
Hem artık işi uzatmaya gelmez, çok tehlikeli anlar yaşıyoruz,
Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir.
Türkiye’yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.
***
Dört Eylül 1919’da toplandı Sivas Kongresi,
ve sekiz Eylül’de kongrede bu sefer yine ortaya çıktı Amerikan Mandası.
Ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul’dan gelen bazı zevat
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte
Bir de Amerikan gazeteci getirmişler.
Ve Erzurum’dan ve Sivaslılardan ve Türk Milletinden çok
İşte bu Mister Bravn’a güveniyorlardı.
***
Bu zevata: “İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!” denildi.
Fakat ayak diredi efendiler: “Mandanın istiklâli ihlâl etmeyeceği muhakkak iken” dediler, “herhâlde bir müzaherete muhtacız diyorum ben” dediler.
***
“Hem zaten” dediler, birbirine mâni şeyler değildir İstiklâl ile Manda ve esasen” dediler.
“Müstakil kalamayız böyle bir zamanda. Memleket harap
toprak çorak
borcumuz 500 milyon
varidat ise 15 milyon ancak
ve Allah muhafaza buyursun!
***
İzmir kalsa Yunanistan’da ve harbetsek
düşmanımız vapurla asker getirir, biz Erzurum’dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? Mandayı kabul etmeliyiz hemen” dediler.
“Onlar dretnot yapıyorlar biz yelkenli bir gemi bile bile yapamıyoruz.
Hem İstanbul’daki Amerikan dostlarımız; mandamız korkunç değildir, diyorlar.
Cemiyeti Akvam nizamnamesine dâhildir, diyorlar”.
Ve böylece bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat.
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat “hey gidi deli gönlüm” dedi.
“Akıllı, mutlu, sabırlı deli gördüm, ya istiklâl ya ölüm!” dedi.
***
Kambur Kerim de böyleydi aynen,
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim’in,
çok beyaz yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
***
Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
***
335’de Kerim Eskişehir’e gitti
Mektebe, teyzelerine ve dayısına…
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir,
Kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu.
Dümdüz fidan gibi
ve dünyaca meraklı bir çocuktu.
***
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi, Kerim’e ekmek vermediğinden teyzeleri, (çok uzun saçlı ihtiyar iki kadın)
Hintli askerle dost oldu Kerim.
Bunlar “şaşılacak şey”. Türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üstünden,
Kerim’e bisküviti kutularla atan amcalardı.
***
Kocaman bir ambarları vardı, Kerim içinde oynardı.
Ambara nohut çuvalları, bakla kuru üzüm,
“şaşılacak şey” katırların yemesi.
***
Ve sonra cephane sandıklarıyla silâhlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim’e “Ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim”.
Ve ambardan silâh çaldı Kerim,
bir tane daha
beş
on…
***
Aldattı Hintli dostlarını, Zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amalar gitti.
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke Köprüsünü atıp,
Zeybekler geline Eskişehir’e
Dayısı Kerimi elinden tutup
verdi onlara.
Ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü Kerim’in.
***
Eskişehir’den alıp onu “Kocaeli Grubu” Paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi.
Sığırtmaç olmayı –zaten bilgisi vardı bunda–.
Kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda…
Ve bütün marifetiyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve “geçmiş olsun” dedikleri zamanı şaşarak düşman içine geçip getirdi haber
götürdü haber.
***
Onu namlı bir “Kaptan” gibi saydı çeteler
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o,
ve bir fidan gibi düz, bir fidan gibi cesur, bir fidan gibi vaat eden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1937’ye kadar.
***
Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir, yüksekte kalır.
Gökyüzü giderek durgun bir hâl aldı, hafif bir yağmur ıslanmamıştı yerde yapraklar.
Karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim’in.
Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu: “Tekneciler” diye anılan gâvur çeteleri olmalı, dallardan damlalar düşüyordu Kerim’in yüzüne.
***
Dallardan damlalar düşüyordu Kerimin yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığı giriyor. İpsiz Recebin yanından dönüyordu Kerim.
Nâatlar götürmüş, kâatlar getiriyor.
Birden bire durdu beygir, heykel gibi –teknecinin ateşini görmüş olacak– sonra birdenbire dörtnala kalktı, şaşırdı Kerim.
***
Künye: Özgün Yayınlarından İstanbul’da yayımlanan kitabi internetten zorla bulabildik, tek nüshaydı. İnan Dağılım, Molla Fenari Sokak, 33, Cağaloğlu İstanbul. Sümer Matbaası, Ekim 1973, İstanbul.
***
Şimdi, Kadim Dostum Adlî Tıp Profesörü Profesör Hamit Hancı’nın şimdilik ara verilen Anadolu Tıp Günlerinde o güzel ve davudi sesiyle mikrofondan okuduğu, buram buram Atatürk ve vatan-millet sevgisi kokan kısmını sizlerle paylamak istiyorum…
***
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içerisinde
dişler kenetli
ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen bu toprak, bu Cehennem, bu Cennet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.
***
Seneler önce bir vesileyle Prof. Dr. Erdal Işık, ben, Prof. Dr. Sunar Birsöz, Prof. Dr. Mesut Çetin ve bazılarımızın eşleriyle Nâzım Hikmet’in Moskova’daki mezarını ziyaret ettik.
O zamanlar Prof. Dr. Mustafa Kemal Sayar da dâhil hepimiz mezarının başında “Fatiha” okuyacaktık, Arapça bilmediğim için Türkçe okudum ve bir baktım Prof. Dr. Mustafa Kemal Sayar sadece öyle durmakta.
***
“Hayrola” diye sorduğumda, “Ağabey, ne diyeyim, Ateistti, belki ruhu rahatsız olur” demişti.
***
Nâzım Hikmet bu memleketin de, Ulu Önder’in de hayranıydı ve Darwin’in kuramını da biliyordu. Hatta isim babam Peyami Safa ile de tanışırlardı.
***
Bu memleket her badireyi atlattı, şimdiki puslu havalar da dağılacaktır.
***
Atatürk’ün yapıcı ve onarıcı bir dâhi olduğunu anlatacağım (asla Diktatör değil) kitabım da ve zaten hazır olan Evrimsel Psikiyatri Kitaplarım da büyük ölçüde bitti.
***
Bu arada kadim Dostum Banu Zorlutuna da bir kayıp yaşadı.
Herkes bir gün ölecek, hiç sonsuza kadar yaşayanı gördünüz mü?
***
Hangi yayınevinden basılacaklarına sonra karar vereceğim.
Ne mutlu Türk’üm diyene…
***
Ölürken herkesin içindeki Tanrı Arketipi devreye girer…
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 17 Ağustos 2019 Cumartesi