NÂZIM HİKMET'İN ŞEB-İ ARÛZU

M. Kerem Doksat      3 Haziran 2008 Salı      6382



Nâzım Hikmet, 20 Kasım 1901'de Selânik'te doğdu (âile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiş), 3 Haziran 1963'te Moskova'da vefat etti, 45 sene önce bugün.

30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğup, hayatını "hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Hz. Mevlânâ'nın vefatı da 17 Aralık 1273'tür.

Mevlânâ için ölüm "vuslat, kavuşma ve düğündür", Allah'a dönüştür ve bu sebeple de anma törenlerinde Şeb-i Arûz denir. "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir" der yüce gönül adamı. Ölüme de inanmaz zâten!

Nâzım'ın ise hayatı hep mücadeleyle, kavgayla geçmiştir. Sıkı Türkçü'dür, hep de öyle kalacaktır.

Güzel San'atlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Sefâ Bey (Safâ), Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda, şiir okuması için onu izleyicilerin önüne çıkarırken "büyük şâir" diye tanıtmıştır. Aralarındaki dostluk Cumhuriyet gazetesindeki bir olay vesilesiyle başlar.

Nâzım, Ankara'da tutukluyken, gazetenin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Sefâ Bey, onun Yanardağ adlı şiirini üç sütun olarak çerçeve içinde neşreder, ertesi gün ise gazetenin birinci sayfasında bir özür dileme yazısı yer alır! Mahkûm bir adamın kaleminden çıkmış olan bu manzûmenin, yazı işleri müdürüne gösterilmeden neşredildiği belirtilir, "mesleği mesleğimize kat'iyen uymayan bir muharrire âit" diye nitelenen şiirin gazetede neşredilmiş olmasından dolayı okurlardan özür dilenir.

Nâzım İstanbul'a gelip bu olayı öğrenince, kendisi yüzünden gazete yönetimiyle arası açılan Peyami Sefâ Bey'i arar, ahbaplık etmeye başlarlar. Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda birlikte şiir okudukları Necip Fâzıl (Kısakürek) ile de Bahriye Mektebi'nde başlayan yarışmalı dostlukları sürer.

Ahmet Halit Kitabevi'nin 1929 Mayısı'nda neşrettiği 835 Satır adlı kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılanır. Nurullah Ataç'la başlayan övgüler, ABG'de tahsil gören Nermin Muvaffak'ın (Menemencioğlu) imzasını taşıyan "Yeni Türkiye'nin Şâiri" başlıklı bir yazıyla, New York'ta neşredilen The Bookman adlı dergiye kadar uzanır. Alay Köşkü'ndeki toplantılarda ise, eski yeni birçok ünlü şâir şiirlerini okurken, en çok alkış alan Nâzım Hikmet olur.

Bu parlak çıkış san'atçılar arasında kıskançlık yaratır.

Arkadan arkaya yapılan yerici konuşmalar, giderek yazılara da yansımaya, önceleri olumlu sözler edenlerin de düşünceleri değişmeye başlar. Rüzgârlar ters esmeye başlar. Yâkup Kadri Bey (Karaosmanoğlu), Milliyet gazetesinde birbirini izleyen yazılarla, hem Nâzım Hikmet'i, hem de genç kuşağı topluca yeren birtakım görüşler ileri sürer: "Ferdiyetçi şâir, cemiyetçi şâir. Bunlardan biri tabiat ve insanlar içinde münzevîdir. Yalnız kendi ıstıraplarını, kendi heyecanlarını, kendi ümitlerini, kendi sevinçlerini çağırır. Öbürü Victor Hugo'nun bir târifine göre, 'kâinatın ortasında bir taninli yankıdır'. Cemiyetin olsun, tabiatın olsun, bütün hayatın tecellilerini kendisinden aksettirir ve her şey, her beşerî hâdise onda en âhenktar, en şuûrlu ifâdesini bulur. Denebilir ki bu tür şâirler beşeriyetin haykıran vicdanıdır. Lâkin işte bu nev'î şâirler, bunun içindir ki, beşeriyet gibi ipsiz sapsız, beşeriyet gibi karışık, beşeriyet gibi gürültücü, patavatsız, kaba, behimî ve onun gibi mantıksızdırlar. Yaptıkları şeyde klâsik san'atın ilâhî intizamından, ezelî âhenginden eser yoktur, bütün estetikleri insanların idâre ettiği cemiyetler gibi anarşiktir. Nâzım Hikmet'in dediği gibi bu tarz şiirler Beethoven'in sonatlarını asla değil, fakat bir bando mızıkayı, bir panayır yerinde bir fanfarı andırır. Bittabi, böyle bir musikî sokaktan başka bir yerde çalınmaz. Onun içindir ki, Nâzım Hikmet'in şiirlerinin bugünkü Türk cemiyetinde hiç yeri olmadığını zannediyorum. Çünkü bizde bu orkestranın, cehennemî velvelesini dinleyebilecek kocaman, koyu ve dalgalı insan kitleleri henüz yetişmemiştir, yakın bir âtide yetişmesinin imkânını da göremiyoruz" (Milliyet, 14. 5. 1929).

"İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. Hâlbuki Nâmık Kemal'den bugünün en genç Türk şâirine kadar, gelmiş geçmiş ne kadar müceddidimiz varsa, hepsi de işe kendilerinden evvelkileri inkâr ile başlamışlardır. Onun için hepsi piç kaldı. Edebiyatta babasız dehâ yoktur" (Milliyet, 20. 5. 1929).

Bir sonraki yazısında, Yâkup Kadri Bey, yeni nesle yönelttiği eleştirilerinde çok daha ileri gider: "Bugün yeni nesil veyahut yeni yetişenler nâmı altında toplanan zümrenin gösterdiği tereddî ve hezal manzarasına bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir. Bu zavallı nesil bize bin belâdan arta kalmıştır. (.) Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaâtindedir. Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumî'de daha yirmisini bulmamış bu gençler, ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Bâbıâli gündelik matbuatının ısmarlama hârp edebiyatından başka bir şey okumadılar" (Milliyet, 30 Mayıs 1929).

Peyami Sefâ Bey'in on beş günde bir çıkmaya başlayan Hareket adlı dergisi ile "Resimli Ay" bu hücumu birlikte karşılama kararı alırlar. Yakup Kadri Bey Ankara'ya yakın, Mustafa Kemal Paşa'nın sofrasında yer alan bir yazardı. Dikkatli davranılmalıydı. Zekeriya Bey (Sertel) ile Sabiha Hanımın (Sertel) tasdikleri da alınınca kavgaya girişilir.

Sonrasını Nâzım'ın hayatının neşredildiği muazzam miktardaki kaynaktan okuyabilirsiniz.

*

İsim babam olan Peyami Safâ ile Nâzım'ın dostlukları o derecededir ki, "ilk psikolojik tahlil romanı" diye vasıflandırılan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu Nâzım'a ithaf eder, 1931'de Kara Sevdayla diye imzalayıp verir. Bu dönemde ilk küçük sürtüşmeler başlamıştır.

Resimli Ay'ın Şubat 1930 sayısında, Nâzım övgü dolu bir yazı kaleme alır ama "muazzam" diye nitelediği kitabı anlatırken araya şunu sokmadan da edemez: "Peyami'nin romanı realisttir, fakat eski mânâda fotoğraf realizmi değil, şeniyetlerin âbidesini yapan ve bunu yapmak için bir sıra tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir realizm".

Derken, harsımıza bulaşan sağcılık ve solculuk, komünizm tehdidi ve Allah'ın belâsı bütün "culuklar, "cılıklar bir başlar ki, pîr başlar. Eski dostlar düşman olur.

Peyami Safâ "sağcı" olur, Nâzım "solcu ve gomonist", Necip Fâzıl ise "dinci".

Hepsi mutsuz ve umutsuz yaşayıp öldüler.

Peyami Bey'in hayatı da fırtınalarla doludur; kokain'le tanışır, orta tahsilden sonra parasızlıktan terk-i tahsil eyler ama kendi kendini eğitir ve Fransızca gramer kitabı yazacak kadar da terakki eder. Tek evlâdı olan Merve Erzurum'da yedek subaylığını yaparken vefat ettikten sonra hayata küser; cenazesine de gidemez veya gider ama hayat pili bitmiştir; "gönlüm dayanmaz" diye ifâde eder hislerini.

Muhteşem eseri ve son romanı olan Yalnızız'da insanlığı Materyalizmin kör çemberini kırmaya  kendini kaybettiği rûhunu bulmaya çağırır; "Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükûn bulamayacaktır" der.

1961'de, Merve'nin şehâdetinden üç ay kadar sonra, 15 Haziran 1961'de yapayalnızken rûhunu teslim eder. Bu elim hâdiseden birkaç gün önce Fatma Neclâ ve Recep Doksat çifti kendisini ziyâret etmiş, buhranından çıkması için yardımcı olmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki ben sâdece üç buçuk yaşında idim, hatırlayacak kadar büyüyemedim ama amigdalamda mutlaka yerini almıştır.

*

Necip Fâzıl'ı ise hatırlayabilecek kadar tanıyabildim. Aristokrat denebilecek bir âileden gelmişti, ilk ve orta tahsilini Amerikan Koleji, Fransız Koleji ve Bahriye Mektebi'nde (Askerî Deniz Lisesi) tamamlamıştı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemâl Beyatlı, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı. Kumarbazlık ve sefahatten îmana olan fırtınalı seyahatini işittim; megalomanisine, hemen hiç kimsenin kendisini bir şeyler okurken görmemesine rağmen sâhip olduğu muazzam kültürüne ve Sultan-üş Şuarâlığı'nı (Şâirlerin Sultanı), Hasan Sami Bolak'ın ifâdesiyle "Şiirin süzme balı, tadı Necip Fâzıl'dır - Fikir, san'at ve çile. Adı Necip Fâzıl'dır." olarak tanındığına şâhit oldum.

Çile'de "son günüm olmasın çelengim top arabam, beni alıp götürsün tam dört inanmış adam" demişti, 25 Mayıs 1983'te aynen de öyle oldu. Etrafındaki kalabalık içerisinde yapayalnızdı aslında! Pek muhtemelen Fransız Büyük Şark Mason Locası'nın da âzâsıydı.

*

Ne yazık ki Nâzım'ı mezarında dua ederken tanıdım. Yâd ellerde, Moskova'daki özel müsaade ile ziyaret edilebilen bir mezarlıkta, mütevâzı bir kabri var. Hayatı hep fırtınalarla ve yapayalnız geçmiş onun da. Son karısı aslında bir KGB ajanı idi ve hep vatan hasreti çekmişti. Hepimiz Fâtiha okurken, Sevgili Mustafa Kemâl Sayar'ın tutulup kalmasını, "sen niye okumadın" diye suâl eylediğimde "ağabey, ne bileyim, belki de rahatsız olur diye tereddüt ettim" cevabındaki muazzam inceliği asla unutmayacağım. Kemâl de bir gönül adamı çünkü, aynı zamanda şâir ve yazar.

Nâzım da, Peyami de, Necip de Türk'tüler ve Türkçü idiler.

Bu makaleye bir şiirle ve bir şiirler manzumesinden iktibasla nihâyet verdireceğim; yazarlarını tanırsınız:

İnsan bu, su misâli, kıvrım kıvrım akar ya,

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak,

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir,

Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat,

Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine.

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için,

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur.

Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?

Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!

Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!

Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal,

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan,

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân,

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler,

Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su,

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek,

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,

Divânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız,

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader,

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünyâ böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz,

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya,

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!

*

ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
.

Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar.
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş :
düşmüş
dövüşüyordu.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
gördü uzun dişli İngiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız'ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
Bağdasar Ağa'dan
Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.
Ateşi ve ihâneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık,
dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.
Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep'e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri.
.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
bir de Vilhelm'in bıyıkları.
Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
 «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
ve Mandacılar.
Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar.
919 Temmuzunun 23'üncü günü
pek mütevâzı bir mektep salonunda
in'ikad etti Erzurum Kongresi.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.
Erzurum'da kavaklar, balam,
Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adamı
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!.
Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
 «Âsi gelmiyelim » diyenler vardı,
 «makamı hilâfet ve saltanata. »
Hattâ casuslar vardı içerde.
Buna rağmen,
 «Bütün aksâmı vatan birküldür » denildi.
 «Kabul olunmaz, » denildi,
 «Manda ve Himaye. »
Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
 «Amerikan mandası altına girelim, » diye.
 «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz. »
Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı.
İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
 «Bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
Avrupa'ya göstermek ister.
Hem artık işi uzatmağa gelmez.
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir. »
4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
Kongrede bu sefer
yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
Bu zevata :
 «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler! »
denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
 «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken, »
dediler,
 «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben, »
dediler,
 «Hem zaten, »
dediler,
 «birbirine mani şeyler değildir
istiklâl ile manda.
Ve esasen, »
dediler,
 «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
Memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
Ve Allah muhafaza buyursun
İzmir kalsa Yunanistan'da
ve harbetsek,
düşmanımız vapurla asker getirir.
Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
Mandayı kabul etmeliyiz, hemen, »
dediler.
 «Onlar dretnot yapıyor,
biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
Mandamız korkunç değildir,
diyorlar,
Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar. »


Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
 «Hey gidi deli gönlüm, »
dedi,
 «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya İSTİKLAL, ya ölüm! »
dedi.
23 Mart 1921 günü
düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.
Onlarda, topçu ve piyade
bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
Atların makanizması,
hartucu,
namlusu yoktur
ve kılıç
çıplak, ucuz bir demirdir.
26 Mart :
Akşam.
Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 Mart :
Bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
Kavgaya devam.
Ve Martın 31'inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
Ve ertesi gün
1 Nisan :
Metristepe aydınlanıyor.
Saat altı otuz.
Bozöyük yanıyor.
Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.
Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
Dumlupınar.
Sonra, Haziran.
Bir yaz gecesi.
Dünyada yalnız pırıltılar
ve böceklerin sesi.
Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
Basarak aldık
Adapazarı'nı.
Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını
yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
Düşman,
kısmen gemilere binerek
denizden
ve kısmen
Karamürsel üzerinden
Bursa'ya çekilip
boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.
Sonra 23 Ağustos :
Sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 Eylül gününe kadardır.
Bizim kırk bin piyademiz,
dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
üç yüz topu vardır.
Harp meydanının kuzey yanı
Sakarya
ve dağlardır :
keskin
ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
ve münzevi çam ağaçlarıyla
Abdülselâm-dağı,
Gökler-dağı,
dağlar.
Ve Sakarya'dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
Ankara suyunun döküldüğü yerden
Eskişehir kuzeybatısına kadar
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
Cihanbeyli ovası :
çöl.
Bu çölün,
bu dağların,
bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.
.

Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
.

Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler.
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
 «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim. »>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâceraları vardır.

939 İstanbul Tevkifânesi,
940 Çankırı Hapisânesi,
941 Bursa Hapisânesi.

*

Nedense gözlerim dopdolu.

   Özledim onları.

      Sâhiciydiler.

Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 03 Haziran 2008 Salı

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©