PARLA ve NAZAR ŞENOL

M. Kerem Doksat      2 Mayıs 2014 Cuma      5096



Biz, Parla ile ta Büyük Ankara Oteli’nde tanışmıştık. O zamandan beri de birbirimizi didikler dururuz ama çok da severiz.

O hep bir primadonna idi ama maalesef kıymeti bilinmedi, buna inanın...


Nazar, benim Tekirdağ rakıma "gazoz" der! Muhafazakâr adam...

Neyse, Parla hep çılgındı, hep dünya şekeriydi. Sevgili karımı ve beni çok iyi ağırladılar doğrusu...

 

Bakmayın bugünlerdeki durgunluğuna, yakınlarda gene patlayıverir.

Babası hâlâ çok yakışıklıdır ve lisanlı millî boksördür. Vallahi, kroşesini yemekten korkarım...

 

*TEORİ VE PRATİK...

İtalyan Kız Orta Okulu’nda Nilüfer’le 3 yıl birlikte okuduk. En sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Onun ellerine bayılırdım, her zaman bakımlıydı ve boyalı uzun tırnakları vardı. (Fotoğraflarım bölümündeki orta okul resminde “7” numara ile işaretlenmiş olan, bizim 7 kişilik azgın grubun bir üyesi olan Nilüfer’dir...). Ben o sıralarda sahnede şarkı söylüyordum ve epey ünlüydüm. Bazı derslerde sörler kürsüye çıkarıp şarkı söyletirlerdi bana. Ama arada Nilüfer’i de çıkarıp söyletirlerdi ne yazık ki (!). Yazık olan bendim elbette, çünkü o muhteşem sesten sonra kim şarkı söyleyebilir ki? Üstelik aynı kültürün içinde yaşadığımız için doğaldır ki aynı şarkıları seçiyorduk söylemek için. Çözümü sırayla söylemekte bulmuştuk... Kıskanma duygusunu pek bilmem, ama o sese taaa o zamandan beri hayran olduğumu, imrendiğimi söyleyebilirim. Zaten o sıralarda “Altın Mikrofon” yarışmasını kazandı ve profesyonel hayatına başladı.

Haaa unutmadan, aynı yıl müzik dersinden ikmale kaldı...! (Bırakan utansın...)

* SENARYO HATASI...

Bugün başkaları ile mutlu olduğunu umduğum evlilikler yapmış olan sevgili Filiz abla (Akın), ve sevgili Türker ağabey (İnanoğlu) ile ilgili anlatacaklarım var...

Diğer başrolü birlikte paylaştığım kadın oyuncular arasında en çok Filiz’i severdim. Onun o çocuksu, masum, şirin, zarif hali, insanı hemen etkilerdi. Türker ağabey de etkilenmiş olsa gerek ki, bizim Filiz’le birlikte oynadığımız bir film dolayısı ile oluşmuş yakınlığımızdan yararlanarak; onun yönetmenliğinde oynadığım 2. filmdeki gibi “çöpçatan” rolü yaptırmıştı bana. Bana gitmeden önce söyleyeceklerimi anlatır, elimize de bir kutu çikolata vererek, maaile bizi Filiz’lerin evinin köşesine bırakırdı... Bu gidiş gelişlerde rolümü iyi yapmış olsam gerek ki, sonunda Filiz abla ile Türker Ağabey evlendiler. Yalnız nedense bizi değil düğünlerine, nikahlarına bile çağırmamışlardı...! Senarist hatası olsa gerek; beni o sahneye yazmamış nedense...

* OLACAK ÇOCUK...

Yıl 1976. İzmir Televizyonunda bir müzik programına katılacağım. Sanatçıların hepsi toplu olarak görüntüde yer alıyor, sırası gelen öne çıkarak kendi şarkısını söylüyor. Aramızda hiç tanımadığım kepçe kulaklı, kemerli burunlu bir kız var. Adı sanı duyulmamış, ama acaip rahat ve kendinden emin davranıyor. Az buçuk gıcık olmadım desem yalan olur. Ama hatunda ciddi bir karizma olduğu  da kesin.

Uzatmayayım, sıra ona geldi ve şarkı başladı... “Vay be , ne kadar güzel ve etkileyici yorumluyor kız şarkıyı..” diye düşündüğümü hatırlıyorum... Şarkı hâlâ hepimizi etkileyen “Kaybolan Yıllar”dı...O kız da Sezen Aksu ... !

* ASSOLİST SAVAŞLARI

Sene 1967. İzmir Fuarı sırasında, Göl Gazinosu’nda ilk kez sahneye çıkacağım... Anlaşmamızı da benim “assolist” olarak çıkmam üzerine yapmış babam...! Oysa o dönemde “gazino” denen yerlerde assolist olarak bir Türk Sanat Müziği solistinin çıkması adetten...İlk gece geliyor. Benim bütün kostümlerim hazır. Sahnede “Üsküdar’a gider İken..” şarkısını söylerken, yaşmaklı, şemsiyeli bir İstanbul hanımefendisi kıyafeti giyeceğim... Kovboy şarkısı söylerken kovboy kıyafeti, “Espanola” şarkısını söylerken de, ispanyol kıyafeti... Her ne kadar müzik eğitimi almış biri isem de, sinema’daki şöhretim dolayısı ile sahneye çıktığım için, sesimden çok görsel ögeleri kullanmam gerektiğini düşünmüşüz doğal olarak...

Sahneye çıktım, ilk şarkı bitti, alkış gırla gidiyor. Keza ikincisi de öyle. Üçüncü şarkıda mikrofonun sesi gitti... Bağıra bağıra şarkıyı söylemeye çalıştım... Arıza giderilir diye bekleme süresi yaratmak için orkestra çalarken ben dansettim... Ses ara ara gidip geliyordu sürekli. Şarkı aralarında kostüm değiştirmek için kulise girdiğimde hüngür hüngür ağlıyor, sahneye çıktığımda gülücükler dağıtıyordum. Son şarkımdan sonra içeri girdiğimde, babamı ses teknisyenini boğazlarken buldum... Meğer gazinodaki Türk Sanat Müziği solisti olan Saime Sinan, sesçiye para vererek, mikrofonları bozdurmuş...!

Sebep mi? Sebep Saime Sinan’ın da bir “ispanyol kostümü” olması imiş! Tabi bir de benim en son çıkmamı hazmedemedi sanırım...

Zaten 2 gün sonra sahneye çıkış sıramı daha önceye aldırdık. Çünkü beni izlemeye genellikle çocuklu aileler geliyordu. Ben en son çıkınca saat yarıma bire doğru sahne alabiliyordum ve çocuklar uyuya kalıyordu.

İşte, o eğlence dünyasının kulisleri böyle olaylarla doludur. Koca kadın, küçücük bir çocuğu kıskanır, sabote ettirir...

*Aslında “anıları” başlığı altında, yüzlerce, binlerce hikaye anlatabilecek kadar çok yaşamışlığım olduğunu tahmin edersiniz. Ama burada sadece birkaç örnek vererek tadını damağınızda bırakmak daha uygun olacak sanırım... Hele hele, her orta yaşa gelmiş eli kalem tutan insan ve her sanatçı gibi anılarımı kitap haline getirmeyi düşündüğüme göre...!

Son olarak, “hayatı” bölümünde sizi bu sayfaya davet ederken anlatmayı vaad ettiğim anımı aktarıyorum... İlerde sayfayı değiştirip yeni anılar ekleyebilirim tabi...

* ÖNYARGILAR

Boğaziçi üniversitesine girerken amacım öyle okuduğum dalda çalışmak filan değildi ille de... İdealist filan da değildim. Sadece bir sanatçı olarak, toplumun o dönemdeki önyargılarının aksine, ben okumuş, bilgili, aydın bir insan olmak istiyor ve “üniversite mezunu” olmak istiyordum. Psikolojiyi seçmemin nedeni ise, insanla olmayı, insanı, kendimi çok sevmemdi.

Henüz yapmakta olduğunuz ve iyi kötü para kazandığınız bir iş varken, başka bir konuyu paraya çevirme ihtiyacını duymuyorsunuz pek...

Ancak aradan yıllar geçince; benim o dersleri, benim yerimde olmaya can atan bir sürü kişinin önüne geçmiş olarak aldığımın bilincine varmaya başladım. Bu güzel bir fırsat ve şanstı ve buna layık olmalıydım. Okuldan mezun olduktan sonra master yapmaya ve psikoloji  alanında çalışmaya karar verdim.

Son senemdi, ve ben master’ımı Türkçe yapmak istiyordum... Konulara daha iyi hakim olmak ve karşıma gelen bir insanla kendi dilinde iletişim kurabilmek için bunun gerekliliğine inanmıştım. Çünkü benim yurt dışına gidip orada çalışmak gibi bir niyetim asla olmadı.

Bu durumda ya Boğaziçi’nde ama İngilizce master yapacaktım, ya da dışarıda bir üniversite hastahanesi bünyesinde doktora yapacaktım... O günkü aklımla, master yapmadan doktora yapmak, sanki aradaki gerekli bir aşamayı atlamak gibi geliyor, “doktora” sözü de azıcık gözümü korkutuyordu; ama kararlı idim ve adını vermeyeceğim bir üniversite hastahanesinin, bu kez adını vereceğim psikiyatri bölüm şefi ile görüşmeye gittim... Bayan Günseli Koptagel.

Hanımefendi beni yukardan aşağı bakan gözlerle süzdükten sonra bazı sorulara geçti...

- Her gün sabah 09.00-17.00 arası orada olmam gerekecekti, bunu kaldırabilecek miydim? (Boğaziçi’nden nasıl mezun olduğumu düşünüyordu acaba?)

- Çalışma koşullarının ağırlığının farkında mıydım? (O benim yaşam koşullarımın ağırlığının farkında mıydı acaba?)

- Sahne vs. gibi çalışmalarımı sürdürecek miydim? (Konumuzla doğrudan bir ilgisi olduğunu hiçbir zaman düşünmedim...)

- Ben tanınmış bir insandım , ve tanınan bir kişi, psikolojide çalışamazdı ! (Allâh Allâh!)

         Evet! Bugünkü aklımla geri dönüp baktığımda, o hanımefendinin bana söylediklerinde gerçek payları olabileceğini görüyorum... Ama yeni mezun ve hevesli bir genç hanımın heveslerini kırmamış olsaydı, belki de ben zaten o çalışmaların altında, diğer uğraşılarımdan vaz geçecektim. Yani o “tanınmış kişinin bu işi yapamayacağı” maddesi de giderek geçerliliğini yitirecekti...

Neyse, yolum böyle imiş... (Ayrıca ben yolumu çok seviyorum) Ama o kişinin beni adeta tersleyişini hiç mi hiç unutmuyorum... Kim bilir belki günün birinde bu satırları okur da, azıcık düşünür bu konuda...

* SELENA’DAN BİR ANI

Aslında öyle aman aman komik ya da ilginç bir anı değil belki bu anlatacağım ama settekiler pek bir şaşırmıştı.

2008 yılı Ağustos ayı, Selena’mız üçüncü sezonuna da dörtnala girmiş, çekimler başlamış... Ama aksilik bu ya, ben bir gün Levent’te otobüsten inerken kaldırımdaki çöken taşların oluşturduğu çukura giren ayağım kırılıyor. İşin daha da kötüsü, ayağımdaki kırık “kopma kırığı” denen türde bir kırık olduğu için ilk gittiğimiz sağlık merkezinde anlamıyorlar ve “bağ kopması” teşhisi konuyor. Aslında alçı gerektiğini ifade etseler de ben işleri aksatmamak adına, çok dikkatli davranıp ayağımın üzerine basmayacağıma söz vererek sadece bandaj kullanmaya başlıyorum.

Şimdi “Nasıl yani, insan kırık ayakla nasıl olur da alçısız dolaşır, nasıl olur da acımaz, nasıl olur da anlaşılmaz?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Haklısınız ellbette, çünkü hep ‘kırık olduğunda insanın acıdan yerinde duramadığını’ duyduk değil mi...

Ancak bir hafta sonra gittiğim kendi ortopedistimin anlattığı üzere, benim durum şuymuş efendim... Ayağım çok fazla dönerek burkulunca – abartmayayım ama 90 dereceye yakındır sanırım- bilekteki bağlar çok fazla gerilip, bağlı oldukları kemikten bir parça koparmış. İşte o yuvasından ayrılıp boşlukta öylece duran minik kemik yavrusunun tekrar yerine kaynaması ve bunun için de alçı gerekiyormuş. İşte böylece benim ayak bir hafta sonra alçıya alındı.

Bu arada ise hem ben, hem de elbette ekiptekiler açıkçası çok fazla önemsememiştik ayağımı. Senaryoda herhangi bir değişiklik yapılmadı, çünkü ben 5-10 gün sonra yürürüm sanıyordum ve böyle iletmiştim yapım yetkilisine. Ama kazın ayağı öyle çıkmayınca, mecburen daha önceden yazılmış senaryoları oynamak için gittim sete haftada bir, bazan iki gün. Yürüyerek mutfağa geldiğim sahneyi, doğrudan mutfaktan başlatmak gibi ufak tefek değişikliklerle hallettik iyi kötü.

Ancak bir bölüm vardı ki, ben çok üzüldüm ayağımın sakat olmasına, çünkü o bölümde sarhoş oluyordum. Eh malum sarhoş çok avantajlı bir rol ve abartmadan ama güzel oynamak gerek. Sarhoş oynarken beden dili çok önemli elbette; minik yalpalamalar, anlamsız dönüşler, el çırpmalar, öpmeler filan... İşte benim ne yazık ki bunları yapabilme şansım yoktu, dolayısı ile benim “sarhoş”um istediğim gibi oynanamayacaktı.

Sıra Aslı karakterinin bana zorla rakı içirmesi sonrasında sarhoş olduğum sahnenin çekimine geldi. Genellikle yaptığım gibi o sahneyi de senaryoyu aldığım zaman okumuş ve kaba hatları ile nasıl oynayacağımı tasarlamıştım.

Her ne kadar insanın içki içer içmez sarhoş olmadığını bilsem de Selena bir drama olmadığı için, fantastik, hatta bazan absürd bir komedi olduğu için ben o sahnede birden sarhoşluğa geçmekte bir sakınca görmedim.

Evet, ben nasıl oynayacağımı iyi kötü biliyordum da diğer oyuncu arkadaşlarım ve ekiptekiler bilmiyordu. Doğal olarak benden fazla enerjik olmayan bir performans bekliyorlardı sanırım.

Provalarda esas yapacaklarımı yapmam ben pek, yine öyle oldu sadece sözlerimi tekrarladım. Ama yönetmen ve kameraman “oyun” dedikten sonra, sahnenin sonunda sarhoş olup bir başladım göbek atmaya! Evet yanlış okumadınız göbek atmaya... Sahne çekilip bittikten sonra gözlerdeki şaşkınlık görülecek şeydi doğrusu. Oğlum rolündeki Ümit “Parla Abla, valla hayretler içindeyiz, ne bu performans?” diye dile getirdi durumu.

Eh, bir sanatçı için beklenmedik şeyleri başarmak pek keyiflidir, pek hoşuma gitti bu tepki doğrusu.

Nasıl mı göbek attım? Tek ayağımın üstünde!

Deneyin bakın, o kadar da zor değil aslında.

***

Kendi mekânında yazdıkları bunlar, aynen kopyaladım.


Bu da hâtıralarını topladığı kitabı...


Üçünüzü de çok seviyoruz dostlar...

***

Bir baktım Sevgili Parola Şafak da biber gazından nasibini almış!


Kent TV Kapanmadan önce ne güzel A+ programlar yapmıştık kendisiyle...

 

Selçuk Hoca gene en öndeymiş, iyi mi?

Eh, madem evrimsel psikoloji ve psikiyatriyle iştigal ediyorum, eşekle it gıda için kapışırsa ne olur, görüverin bari:

":"300

Şimdi sıkı durun, mademki gene paralel yoldan bunları yazabildim...

Kızmazsa eğer...

Benim cumhurbaşkanı adayım da Selçuk Erez!

İşte o kadar!

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – Şimdiki Zamanlar – 02.05.2014

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©