Psikiyatrlar Ergenekon Konusuna Neden Girmedi?

M. Kerem Doksat      5 Kasım 2008 Çarşamba      4241

Tempo dergisinden benimle röportaj yaptılar; sanırım aşağıdaki teferruatlı sohbet kuşa dönmüş hâlde neşredilecek. Bâri kendi mekânımda tamamını yayınlayayım dedim.

İki konuda bizim psikiyatri câmiası suskun: Bir, etnik ayrımcılık konusu; iki, Türkiye'nin elden gidişi.

Ben çok şaşırmıyorum. Balık baştan kokar!

Bugün Başbakan olan kişi Van'da sokaklarda kan gövdeyi götürürken, sıkıyönetim şartları altında, çelik yelek giyip ancak konuşabiliyor ve hâlâ bir sorun yokmuş gibi hareket ediyor. Türkiye'nin dört bir yanı ayrılıkçı PKK hareketinin sempatizanlarıyla işgâl edilmiş durumda. Bu, göz önünde bir gerçek.

Tempo dergisi, birkaç sene önce, 2025 yılında Türkiye'nin Kürdiye olacağını yazdı. Çok net rakamlar var ortada; çoğalma oranları belli.

Biz onlara kucak açıp hâlâ kardeşimiz dememize rağmen, Kürtler'in hemen hepsi Türk düşmanı olmuş vaziyette. Her gün 15-20 şehit verir hâle geldik. Gıkını çıkaran yok ama Kürtlerle ilgili bir şey olduğu zaman insan hakları, ezilmişler hakları. diye diye bir sürü kuruluş, hemen seslerini yükseltiyorlar. Tabip odaları açıklamalar yapıyor. Çünkü oralar belli ideolojiye sâhip insanların ellerinde. İsim vermeye bile gerek yok.

Ergenekon. Ortada somut bir şey yokken, bu yapılanların insan haklarına da, Anayasa'ya da aykırı olduğunu söylüyor tanıdığım bütün hukukçu arkadaşlarım. İnsanın cep telefonunu dinliyorsunuz, onları da bütün Türkiye'ye, gazetelere postalıyorsunuz, bütün mahrem sohbetler orada, herkes okuyor. Ve ondan sonra şeref madalyası verilmiş, bu memleketin en üst düzeyinde görev almış generalleri, insanları, ne kadar "Atatürkçüyüm", "milliyetçiyim", "ulusalcıyım" diyen sağdan soldan adam varsa sabaha karşı evlerine baskın yapıp, -çünkü bunlar stratejik, psikolojik yöntemler- içeri atıyorsunuz. Bu insanlardan örgütün kasası diye içeri atılan biri beş parasız ölüyor, cenazesini gazetecileri iâneleriyle kaldırabiliyorlar, diğeri ölmeyi bekliyor (karaciğeri müflis hâlde). Bir diğeri ise mahpustayken merdivenden düşüp beyni kanayınca hastânede uyutuluyor. Ölecek belli ki. Yetmiyor, bu hâldeki bir emekli general için yurtdışına çıkma yasağı koyuyorlar!

Sonuç olarak 1.5 seneyi geçti. Pek çok insan neyle suçlandıklarını bilmeden, avukatlarıyla görüştürülme haklarını kullandırtmadan, bir savcı ve onun emrindeki birkaç tâne savcı tarafından içeri atılıyorlar. Hiç kimse bir şey yapamıyor. Bu korkunç bir şey! Bunun adı terördür. Psikiyatrlar da bu konuda konuşmuyorlar. Korkuyorlar. Ben de bu konuşmayı yaptığım için sabah gelip alırlar mı diye korkuyorum.

Güler Kömürcü benim arkadaşımdır. O "sağ cenaha" da sıcak bakan Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı bir yazar. Güler Kömürcü'yle benim iki cep telefonu konuşması o ilk iddianâme var ya, onda mevcut. Ne hakları var! Bir iki trafik cezası dışında hiçbir suça karışmamış, şerefiyle yaşayan, muayenehânesinde ırgatlık yaparak para kazanan, bir yandan da sıhhati iyi olmamasına rağmen bilim için oradan oraya koşturan alnı açık bir bilim adamıyım.

Güler benim hastam da olabilirdi. Çok daha mahrem bir şey de konuşabilirdik. Daha da korkuncu, bana çok güvenir, meselâ seksüel hayatıyla ilgili bir şeyleri danışabilirdi. Benim telefonum dinleniyor, kaydediliyor ve merak edenlerin okunmasına sunuluyor, bütün Türkiye internetten indirerek veya zâten yayınlayan medya kaynaklarından okuyarak öğreniyor. Böyle bir şey yok dünyâda.

Ha, nerede mi olur? Faşizmin olduğu ülkelerde veya adı rejimin adı sözüm ona Komünizm olan faşist ülkelerde olur.

Psikiyatrik gözle bakınca; çok açık ve net, samimiyetle söylüyorum, bütün Türkiye toplumuna bilinçli olarak uygulanan bir yıldırma, korkutma ve bizim teknik terimle "şizoparanoid regresyona sokma" harekâtıdır. Şizoparanoid, sürekli şüphe eden, her şeyden kötülük gelmesini bekleyen, güvenemeyen -meselâ benim cep telefonumun dinlendiğini zâten biliyorum da, sıradan vatandaş bile cep telefonum dinleniyor mu diye merak ediyor- ruh hâli. Bu insanların konuşmasını engelliyor. Acaba kim ajan? Kim beni ihbar eder? Hangi lâfımdan dolayı içeri girerim? Cep telefonu yokken, bizim tarihte jurnalcilik vardı.

Dolayısıyla insanların demokratik bir şekilde fikirlerini açıklama ve mahremiyetlerini koruma hürriyetleri ellerinden alınıyor. Bu travma yaratıcı bir şeydir. Toplumsal bir travmadır. Hâlen bilmem kaçıncı dalga diye insanları içeri alıyorlar.Tabii ki aralarında suçlu insanlar olabilir. Davanın gidişatıyla ilgili açıklama yapacak yetki ve sorumlulukta değilim ama bu boyutuyla ilgili olarak ahkâm kesecek durumdayım. Geçenlerde Murat Bardakçı dahi istihza etti bu olup bitenlerle.

Puzzle'ın yâni bulmacanın parçalarını topladığımızda, çok fazla zeki olmaya gerek yok. 

Bu memlekette rejim değişikliği dayatılıyor arkadaş. Çok net olarak bunları ben vatandaş Mehmet Kerem Doksat olarak söylüyorum. Atatürk'ün kurduğu lâik, demokratik, insan haklarına ve hukuka saygı gösteren Cumhuriyet rejiminin cıvataları sökülüp yerine Amerika'nın veya AB'nin ortak olarak bize biçtiği rol olan, Ilımlı İslâm falan filân adını ne koyarsanız hareketin dayatılmasından başka bir şey değil. Soros ve ekibi tarafından bu işler bugüne kadar kaç ülkede yapılmış, belli. Türkiye'de de uygulanıyor.

Şimdi Türkiye'de adı konmamış bal gibi bir etnik hârp var. İstanbul'da araba yakılmaları geçti, iş yerleri ve evler kundaklanmaya başlandı. Çok organize olduğu belli!

Buna karşılık "ulusalcıyım, milliyetçiyim, Atatürkçüyüm" diyen içeri alınıyor.

Üzmez raporunun jet gibi, hem de tek psikiyatrın bulunduğu (o da çocuk psikiyatrı değil) hey'ette yazılması sonra da bu adamın utanmadan orada burada boy gösterip gazeteci vurmakla övünmesi, Mustafa filminde Atatürk'ün korkak, alkolik, yalnızlıktan ürken nörotik bir profille "entelce" tanıtılması. Hangi mâlî kaynaktan beslendiği belli olan bir gazetede "Saklanamazsın Genelkurmay" diye sürmanşet atılabilmesi. Bunlar tesâdüf filân değil!

Sosyal psikiyatri açısından baktığımızda, bütün inançlar şartlı reflekslerdir. Pavlov'un târif ettiği gibi, şartlı refleksler pekiştirilmezlerse zamanla sönerler. Sonuç olarak kendini bu millete âit hissetmek, Atatürk'ü sevmek, ilke ve inkılâplarına bağlı kalmak birer şartlı reflekstir. Sürekli olarak bu şartlı refleksi kıracak her türlü psikolojik taktiği çok açık, alenen, adamın gözüne sokarak uygularsanız ve sürekli insanların terörize vaziyette olmasını sağlarsanız, bir süre sonra bu inançlar bu bağlılıklar çözülecektir.

Nitekim düne kadar "bu vatandan bir çakıl taşı alacak olanın alnını karışlarım" diyen samimi, vatanperver, ulusalcı adam "tamam alsınlar o toprakları ama burada da onlardan kalmasın" demeye filân başladı. Nereye veriyorsun? Fakat bu zihniyet vatandaşta oluşmaya başladı.

Sonuç olarak, bu yapılanların hukukta yeri yoktur. Amaç da sosyal travma yaratmaktır zâten:

Bir, Atatürk sevgisini ve onun emânet ettiği her türlü değeri, bağlılığı kırıp yok etmek için yapılmaktadır.

İki, onun kurduğu Cumhuriyet'e ikame edilecek federasyon olsun gibi fikirler dayatılmaya başlanmıştır. Ergenekon suçluları(!) için görüşme yasağı var, Bölücübaşı ise "avukatları" aracılığıyla kitap yazdırıp TBMM'de dağıttırıyor!

Eğer Kürtçü ve Komünist olmasaydı, dünyâda hiç kimsenin tanımayacağı marjinal bir adama Devlet San'atçısı ödülü verildi: Yaşar Kemal.

Cemil Meriç'in, Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanıyla bir dalga geçişi vardır, ölürsünüz gülmekten. Mutlaka okuyun eğer önceden okumadıysanız. Bu adamın hiçbir özelliği yoktur, sâdece Kürtçülük yapar (eğer 1964'de verilen Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddeden Sartre kadar haysiyetli olsa, bu ödülü iâde ederdi Yaşar Kemal)! Bu ödülün verilmesi de işin bir parçası.

Sosyetede Kürtçe öğrenmek, Kürt şarkılarıyla eğlenmek gibi modalar başladı. Üniversitelerde "Atatürkçüyüm" demek alay edilir hâle geldi. Gönüllü Kürtçe öğrenen Türk çocukları, gençleri var. Bu üst tabaka. Alt tabaka zâten perişan! Bu tür beyin yıkamalar ve kimlik yok etme operasyonları toplumun en üst ve en alt tabakasından başlatılır. Tarihte bu hep böyledir. Orta tabaka değişmeye daha dirençlidir.

Türkiye'de insanlar eninde sonunda kutuplaşacak. Başladı da zâten.

Bir Türk ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, bir an evvel Türkiye'de Millî Mutabakat Hükûmeti kurup -Sıkıyönetim değil, o zaman dünyâ üzerimize gelir- Türkiye çapında Olağanüstü Hâl (Başbakan konuşurken orada uygulanan şartların) uygulanmasını istiyorum. Bugün ben bir Türk olarak Diyarbakır'da dükkân açabilir miyim? Koskoca Başbakan en üst seviyede zor korunuyor, sokaklarda arkadan büyüklerin yönettiği çocuklar savaş manzaraları çiziyorlar, koskoca Emniyet Müdürü canını zor kurtarıyor.

Yoksa günler, haftalar içinde -başladı ufak ufak- sokaklarda oluk oluk kan akacak. Böyle giderse 10 sene filan beklersek, sizin derginin yazdığı gibi, Kürt nüfusu Türk nüfusunun önüne geçtiği zaman Türk soykırımı yapacaklardır. Bunu engelleyecek TSK da kalmaz tabiatıyla.

Ergenekon'dan korkan üç vak'a var bizim görüşeceğimiz. Bu korkular nasıl oluştu acaba?

Bunun gibi 3 bin tâne daha bulursunuz. Abraham Maslow'un meşhur "ihtiyaçlar hiyerarşisi" vardır. Nefes, almak, yemek yemek, su içmek, boşaltım yapmak gibi fizyolojik ihtiyaçlar var. Bunlarla birlikte en temel ihtiyaç kendini güvenlikte hissetme, yâni emniyet ihtiyacıdır. Kendini güvende hisseden insan sevilme ve sevme, bağlılıklar kurma ihtiyacı hissediyor. Onu yerine getirdiği zaman sayma, sayılma ihtiyacını duymaya başlıyor. Onu sağlayabilen insan kendini gerçekleştirme, kendini aşma dediğimiz en üst mertebeye çıkıyor.

Bunu bir binaya benzetirsek, zemin katı güvenliktir. Birinci kat sevgi, ikinci kat saygı, en üst kat da kendini gerçekleştirme.

Temel güvenlik ihtiyacı karşılanmadığı zaman diğer katlar havada kalamaz ve çöker. Bayramlar, seremoniler, İstiklâl Marşı'nın okunması. bütün bunlar âidiyet ve mensubiyet duygusunun korunması için gereklidir; pekiştiricidirler. Dinlerde de ibâdetler vardır.

Bakın, PKK ilk defa Kürt'ü öldürdü. O zaman bunu kimse anlayamadı. Bizim gibi düşününler ve bilenler ise "eyvah başarılı olacaklar" dedi. Kürt öldürüp, devletin hizmetini yakıp yıkıyor, sonra köy meydanına ahâliyi topluyor, propaganda yapıp gidiyorlardı.

Pavlov'un köpeklerinde olanla bu, aynı şeydir!

Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini işitince hayvanın salyası akmaya başlar. Bu şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyaran (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Ama eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu şartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek pekiştirilmelidir. Hiçbirimiz dünyâya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yâni şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.

Bu şöyle anlaşılmıştır: Bir gün Pavlov'un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur bir kısmı da günlerce terörize olur çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok! Şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doğal, en ilkel hâline geri döndürür.

Bir yandan her gün 15-20 şehit, "kanları yerde kalmayacak" denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan Ergenekon bilmem ne deyip büyük bir çoğunluğunun suçsuz olduğuna herkesin emin olduğu, hâttâ tek suçu Atatürk'ü ve onun ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları. Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak etnik kalkışmalar. Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor. Pavlov'un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz (millî duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor. İstiklâl Marşı'nı doğru okumayı unutanlar çok!

PKK'lılar önce Kürt öldürdüler. Kürtler temel güvenlik duygusunu yitirdiler. Terörize oldular. O zamanlar devlete bağlıydılar. Devlete bağlılık duygusunu yitirdiler. Bir yandan da PKK "biz devletten daha güçlüyüz. Biz size gerekeni yapacağız, bize uymazsanız da cezası ağır olur" propagandasını yaptı ve 30 sene içinde geldikleri noktayı görüyorsunuz.

Bir süre sonra da insanlar öbür tarafa hak vermeye başlayacak.

'Identification with the aggressor' diye bir şey vardır; saldırganla özdeşleşip onu benimseme. Yâni saldırgan o kadar güçlüdür ki, bir süre sonra siz ona hak vermeye başlarsınız (Stockholm Sendromu). Onun gibi düşünmeye başlarsınız. Hani terör örgütlerinin kaçırdığı bâzı esirler onlardan yana olurlar ya, milletçe biz öyle olmaya başladık.

Tavsiyeler:

Her gün Atatürk'ün Gençliğe Hitâbesi'ni bir okusunlar. O sâyede şartlı reflekslerini yâni inançlarını tazelerler. Bu kısacık ritüel çözülmeye çalışılan inançları tazelemeyi sağlıyor. Ondan sonra da, olaylara aklıselim içinde baksınlar.

Her kim ki Atatürk'e, Türklüğe, Atatürk'ün ilke ve inkılâplarına, TSK'ya ve Yüksek Yargı'ya sövüyorsa, yapıcı değil yıkıcı hâttâ elinden gelse ortadan kaldırıcı şekilde eleştiride bulunuyorsa, bilsinler ki Gâzi'nin ifâdesiyle "gaflet, dalâlet hâttâ hıyânet içinde olabilirler" tayfasına onlar girer.

Çok zor bir şey değil bunu anlamak. Bunları "Anayasa Mahkemesi'ni son icraatından sonra nasıl ortadan kaldırırız diye düşünen, bunu yaparken de millî irâde kavramının arkasına gizlenenler" arasında da bulabilirsiniz. Çok basit bir tarihî hakikati (gerçeği değil) gizlemektedirler: İtalya ve Almanya'da faşizm millî iradeyle iktidara gelip de dünyânın başına belâ olunca teşkil edilmiştir Anayasa Mahkemeleri. Rejimin değiştirilmesi dahi düşünülemeyecek temellerini çoğunluklarına güvenerek değiştirmeye kalkanlara karşı "hukukî antikordurlar".

Size gelen hastalar arasında Ergenekon fobisi olanlar var mıydı?

Çok! "Ne olacak bu memleketin hâli, Atatürk'ü bile unutturdular" diye cep telefonunda biriyle konuşmuş, perişan olmuş sonra da "Allah kahretsin beni de içeri alırlar mı" diye takmış kafaya. O kadar çok böyle insan var ki! Fobiyi bırakın, hastalık boyutlarında paranoid düşünceler, hezeyanlar geliştirenler var.

Bir "Ergenekon Sendromu" mu var Türkiye'de? Ne boyutlarda?

Tabii ki var, olmaz mı, nasıl olamaz? Şimdilik düzeltilebilir boyutlarda. Ama eğer birkaç "dalga" daha gelirse, şartlı refleksler de iyice kırıldıktan sonra artık Ergenekon'a da gerek kalacağını zannetmiyorum. Yâhu, açıkça yazıldı, başta önceki Cumhurbaşkanı Sezer'i bile içeri almayı düşünmüşler de, nedense o kadarını yapmamışlar. Eski rektörümüz Kemâl Alemdaroğlu'nun bu dehşetengiz "terör örgütünün elebaşı olması" iddiası ise bana artık gülme hissi veriyor. Yâhu, böylesine organize, böylesine muazzam, Himalâyalar'dan kazılmış 7000 Kilometrelik tüneller temelinde kurulmuş(!) bir örgüte Kemâl Bey'i koyun, en fazla bir ay dayanır. Fevrîdir, Trabzonlu'dur. Tepesi attı mı ağzını tutamaz.

Zâten böyle vak'alar, hani "Ergenekonofobikler" Atatürk ilkelerine bağlı, Türkiye Cumhuriyeti'ni seven insanlar arasından geliyor. Şimdiye kadar "ben Kürdüm, Ergenekon'dan korkuyorum" diye gelenini görmedim. Böyle kişilere "her gün Gençliğe Hitâbe'yi okuyun, bir rahatlayın şöyle, bu Cumhuriyet'i korumak için çalışan kurumlar var. Bu mücadeleyi kazanacağız" gibi telkinlerin yanı sıra, paranoid teşhis veya ağır tablolar çıktıysa, ilâç da veriyoruz tabii ki.

Ne tür ilâçlar?

Paranoid psikotik tablolarda antipsikotikler, diğerlerinde antidepresanlar, gevşeme teknikleri ve diğer psikiyatrik terapiler uyguluyoruz (ilâç ismi vermek etik olmaz; hâttâ suç olur). Paranoid gruptan birine verebileceğimiz 8-10 tâne ilâç var zâten. Bunu bir takıntı (obsesyon) hâline getirmiş ve/veya fobik bir insana vereceğim antidepresan grubundan da 20 küsur ilâç var. Tek bir ilâcı yok bunun. "Ergenekonofobi bir hastalıktır, ilâcı da budur" diyebilecek bir şey yok. Ama bu işin temeli, bu kepazeliğe bir an evvel son verilmesi olacaktır tabii ki.

Yarın sabah sizi de gelip alabilirler bu konuşmayı yaptığımız için.

Çevrem korkuyor, ben de derinden derine bir güvensizlik duygusu yaşıyorum. Karım, çocuğum korkuyorlar. Ama karım gene de destekliyor. Başbakan'ın bir zamanlar çattığı şehirdendir; tam bir İzmirli'dir o, bir Cumhuriyet kızı, dinine hürmetkâr, kentsoyluluk değerlerine sâhip, Atatürk ilke ve inkılâplarına yürekten bağlı.

Susma, Sıra Sana gelecek

Hitler rejimi tırmandıkça, çok etkilendiği öjeni öğretisiyle "âri ırk" ütopyasını birleştirdiği dönemde önce akıl hastalarını, sonra homoseksüelleri, sonra Çingeneler'i, sonra Yahudiler'i toplamaya başlamıştı. O zamanlardan kalma hazin bir söylem vardır: "Hepsini öyle seyrettik, tepki vermedik, sıra bize geldiğinde ise yapacak bir şey kalmamıştı"! Beni bu memleket yetiştirdi, Cumhuriyet ve Atatürk ilkeleri, inkılâpları sâyesinde bütün dünyada alnım açık, başım dik, kimsenin altında ezilmeden, hür dolaşabilen bir insan oldum. Benim gibi, her Türk aydınının aslî vazifesi sâdece mesleğini yapıp neme lâzım dememek, Gâzi'nin bize bıraktığı mirası koruyup kollamak olmalıdır. Onun için konuşuyorum, yazıyorum.

Savcı Zekeriya Öz ile konuşmak ister misiniz?

Çoook. Ama sabaha karşı evimden alındıktan sonra değil! Hem bir psikiyatr olarak hem de bir entellektüel olarak soracağım sorular var. Amerika'dan gelen bir grup insanın çok önce onunla ne görüştüklerini, Aydınlık dergisinin iddialarını, özgeçmişini sormak isterim. Yalan söylenince genellikle anlarım, işim bu. Gözünün içine bakarak bâzı şeyleri sormak isterim. Çok değil, yarım saat, bilemediniz bir saat baş başa kalmamız yeter.

Bâzı Vak'a Örnekleri Verebilir misiniz?

Etik ve yasal dikkatlerle, tabii.

1) KC, 40 küsur yaşlarında, faâl ve entellektüel bir iş adamı. Başarılı bir tahsil hayatı ve meslekî kariyeri var. Kendini solcu, ulusalcı ve vatansever olarak târif ediyor. Karadenizli. Fevrî ve harbî bir yapısı var. Gençken "sol" derneklerde yer almış. Artık çoluk çocuğa karışmış. İki ay kadar önce epey geniş olan arkadaş gruplarında Fethullahçılar'dan, Hükûmet'in yaptığı yanlışlardan, Başbakan'ın kabadayıca üslûbundan filân bahsediyorlar. Bir ara bir arkadaşı onun heyecanlı konuşmalarını cep telefonuna kaydetmiş, gülerek beraberce seyrediyorlar. Rakı, sohbet, muhabbet, eve çakırkeyif dönülüyor. Aradan üç gün geçtikten sonra öğle vakti iş yerindeyken âniden arkadaşının şakası takılıyor. Müthiş bir sıkıntı basıyor ve panikliyor. Arkadaşını evinden arayıp o kaydı ne yaptığını soruyor. Mukabelesi de "telefonda" duruyor oluyor. "Peki, tamam" deyip kapatıyor ama sıkıntısı her an artıyor. Arkadaşının cep telefonundaki görüntülerin ve konuşmalarının savcılığın eline geçeceğini kafaya takıyor. Birkaç gün içinde uyuyamaz hâle geliyor, yemeden içmeden kesiliyor; kâbuslarında hep hapse düştüğünü görüyor, yaşama sevincini kaybediyor. Gururundan dolayı kimseye de bir şey diyemiyor. On gün kadar sonra "seni götüreceğiz, cezanı göreceksin" diye sesler duymaya başlayınca soluğu yanımda alıyor. Beni internetten ve medyadan tanıyormuş.

Teşhis psikotik depresyon, derhâl ilâç başlıyorum ve haftada iki görüyorum, son 10 gündür tamamen düzeldi ve görüşme sıklığını haftada bire düştük; tedavisi en az bir sene sürecek.

2) HG, otuzlu yaşlarda bir ev hanımı. Ortaokuldan sonra tahsiline son vermiş. İki çocuğu var, kocası devlet memuru, mütevâzı bir hayatları var. Kocası eski "Ülkücülerden" ve zamanında birtakım kavgalara karışmış ama hiçbir sâbıka kaydı yok. Zâten "o işleri bırakalı da" çok olmuş ama en yakın, âilece görüştükleri birkaç kişi de eskilerden. Kocası Ülkücü ama dincilere çok kızıyor ve arada bir cep telefonuyla arkadaşlarıyla bunları konuşuyorlar; ayrıca, iş yerindeki kadrolaşmadan çok tedirgin ve sürülmekten korkuyor. HG bunları çok fazla kafaya takıyor, kocasının ve çocuklarının başına bir şey geleceği, kocasının gözaltına alınacağı endişesinden dolayı sürekli endişe ve korku duymaya başlıyor. Günde en az on kere kocasını arıyor, arkadaşlarından uzak durmasını tembihliyor, uykuları perişan oluyor, çocuklara da aşırı ve anlamsızca derecede koruyucu kollayıcı davranmaya başlıyor. Kendisinin bu hâlinden tedirgin olan kocası kendisini muayeneye getiriyor. Teşhis Yaygın Anksiyete Bozukluğu. İlâç tedavisi ve destekleyici görüşmelerle iki haftada toparlanıyor, bir ayda oldukça iyileşiyor. Tedavisi devam etmekte.

Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 05 Kasım 2008 Çarşamba

Paylaş Paylaş
Yeni Eklenen Yazılar

AĞRISIZ YAŞAMAK

Ağrı, vücut dokusuna zarar veren veya verebilme potansiyelindeki uyaranlara bağlı olarak ortaya çıkan, vücudun belli bir...

KÜRT SORUNU

25. 11. 2006'da memleketimizin önde gelen terör uzmanlarından Ercan Çitlioğlu'nun dâvetlisi olarak Bahçeşehir Üniversite...

KOSOVA'NIN BAĞIMSIZLIĞI VE PANDORA'NIN KUTUSU

Biraz önce Kosova'nın bağımsızlığı ilân edildi ve Pandora'nın Kutusu açıldı!Bir Türk ve Müslüman olarak sevinemiyorum. S...

SERDAR AKİNAN'IN PEK DE KATILMADIĞIM YAZISI'

Akşam Gazetesi'nin yazarlarından ve televizyoncu Serdar Akinan bu sefer altına imza atmayacağım, atamayacağım, bir öncek...

İZMİRDE İTİBARINI TAZELEYEN BİR MEKAN ALTINKAPI

İzmir Hilton Oteli'nde ve Altınkapı Restoran'da başımıza gelenleri yazmıştım. Biraz evvel Sayın Cüneyt Altınkapı aradı...

 
Web Tasarım Sapka.org   ©