M. Kerem Doksat | 1 Şubat 2016 Pazartesi | 3275 |
Aziz Dostlar,
Hepinize güzel bir hafta sonunun ilk sabahından merhaba...
Geçenlerde bir dost meclisinde sohbet ederken, konu Demokratik Almanya’dan açılmıştı. Bu kelimenin veya bu ülkenin adının, yaşı çok ileri olmayanlarda farklı anlamlar ifade ettiğini konuşmuştuk. Ben geceleri; başucumda, böyle bir ülkenin, henüz var olmadığı yıllarda yapılmış, antika bir yerküre gece lambamı yakarak uyuduğumu söylemiştim.
***
Sonra, 1974 yılında, Federal Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda, Federal Almanya’nın, Beckenbauer’li, Gerd Müller’li, Overath’lı kadrosuyla dünya şampiyonu olduğunda; bu ülkeyle yapağı tarihteki tek maçta, Münih Olimpiyat Stadı’nda, hem de bir dünya kupası maçında Demokratik Almanya’ya (DDR) 1-0 yenildiğini anımsadık. Çocukken babama “hangisi gerçek Almanya?” diye sorduğumu; babamın da “her ikisi de…” diye yanıtladığını hatırlıyorum.
Yıllar 1989’u gösterdiğinde, bir gerçek, bir diğer gerçeği alt etmiş ve soğuk savaş dönemi kapanmıştı. Sonraki yıllarda, batının âdeta, siyasi bütünlüğünün mimarı olan Prusya’ya tarihî borcunu ödemesine tanıklık ettik. Bu konu, daha duvar yıkılmadan iki yıl önce “Der Himmel über Berlin (Berlin Üzerinde Gökyüzü)” adlı nefis bir filmde, gelecekten haberler veriyor; Doğu Berlin’i, monoton, donuk ve yoksul bir atmosferde resmediyordu. Çok iz bırakan bu film, bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Sonradan; bu filmin, bir Hollywood uyarlaması da çekildi.
***
İki Almanya birleşikten ve Glasnost – Perestroyka'dan sonra neler oldu; bunların hepsini gördük, yaşadık. Demir Perde'yi ilk yırtan ülke Almanya olduğu için, toplumsal entegrasyon sorunları da buradan başlamış ve çevre ülkelere yayılmıştı. Elbette bu sorunlar, en çabuk ve etkin biçimde, en zengin ve ileri demir perde ülkesi olan, yine bu ülkede çözüldü.
***
Bu sorunları konu alan, “Biz Rüya Görürken (Als wir träumten)” isimli bir Alman filmi izledim. Çok etkileyici değildi; ancak güzel ve iyi filmdi. Yönetmeniyle, senaristiyle, gerçekten saygı duyulacak bir filmin, alçakgönüllü bir bütçeyle yapılabileceğini göstermişler. Disiplinli ve ciddîye alınarak yapılmış bir çalışma. Almanlar bir işi yapınca doğru düzgün yapıyorlar. Filmin linki buradadır.
http://www.turkcealtyazili.com/biz-ruya-gorurken-2015.html
Bu film, ben fakirin anladığı kadarıyla, romantik bir sosyalizm kapitalizm karşıtlığı değerlendirmesi olmuş.
***
Bizim Türk filmlerinin, Batılılar karşısında, senaryo ve kurgu açısından neden yetersiz kaldığını biraz anlıyorum. Türkiye’den belki çok iyi roman, çok iyi müzik niye çıkmıyorsa, iyi film de aynı yüzden çıkmıyor. Birincisi, bir kitap okuyunca, o kitap sanki, yalnızca kendisi için yazılmış da, kapağını kaldırdığı anda içindekiler o kapağın altında zuhûr etmiş sanan cehâlet erbâbının gâbi kültür anlayışı yüzünden çıkmıyor. İkincisi de, belki paragözlülük yüzünden çıkmıyor.
***
Estetik görgü, sakince tartışma geleneği, öz eleştiri, rasyonel kalabilme; bunlar ne yazık ki toplumumuzda, batıyla aynı ringe çıkabilecek düzeyde değil. Bu nedenle, çıkan malın düzeyi, bu ülkedeki tüketiciye yetiyor.
Sinema yapıtlarına bakarsak; ödül toplayan filmler bile, sinema tarihi ve aktüel sinema bilgisi çok derin olmayan, sinemaya yalnızca sevgi ve merak duyan benim gibi bir ortalama izleyiciyi tatmin etmiyor. Derin ve sofistike mesaj verme kaygısı ile, uzadıkça uzayan şizoid sessizlikler; kör kör parmağım gözüne imgeler, simgeler; görgüsüzlüğe varan, izleyicinin çağrışım gücünü küçümseyen bir gösterge fetişizmi; ya da gizem izafe edilme çabasıyla, yerli yersiz ve tuhaf bir şekilde yüze, göze zumlamalar; aslında hiçbir özelliği olmayan ama özgün olması çabasıyla yaratılmaya çalışılmış ölü karakterler; sıkıştığı yerlerde müziğe ya da doğadaki seslere sığınma; tempo düşüklüğü; en çok da, senaryoyu toparlayamayıp, açık yapıt (opera aperta) tarzında, sözüm ona felsefî bir mesaj ortaya koyduğu zehâbına kapılarak öyküyü, sonuçsuz olarak ortada bırakıp, filmi sonlandırmak; aklıma, kendimi biraz zorlayınca gelen olumsuzluklar oluyor. İstisnalar dışında, bizim piyasamızdaki, kimseyi takmayan havalarda, sözüm ona bağımsız kafalara sahip kadrolardan çıkan avangard kontenjanına giren filmler böyle oluyor. Ondan sonra, bu filmlerin, ilden ayrıksın tipli yönetmenlerine, orada burada ödüller dağıtılıp, iltifatlar yağdırılıyor. Keçinin olmadığı yerde, koyuna Abdurrahman Çelebi derlermiş. Bu da aynı hesap…
Bana göre bu eziklikler ve sanat filmi -ya da bağımsız, ya da iyi mal diyelim- sinema filmlerindeki nicelikteki yetersizlik, benim birçok noktayı bağladığım gibi, burada da, iletişim kanallarının bir numaralı taşıyıcısı ve ulusal kimliğin tescil araçlarının şampiyonu olan “dil” konusuna gelip bağlanıyor. Elbette, oradan da, ulusal kimlikle olan sorunlu ilişki, ulusal kimliğe, üzeri açık ya da kapalı bir eleştiri ya da, onu yokumsayıcı, küçümseyici, hafife alan bir tavır, filmin etkin taşıyıcısı olan dili, değersizleştiriyor.
İnsan, bazen, yalnızca bir dilin içinde bulunmayı, kısa bir süreliğine de olsa, kendisininkinden başka bir milliyetin içinde bulunmayı merak edebilir. Başka ulusların; ulusal kaygı, düşünce, jestiküler tutum ve davranışlarını anlamak isteyebilir. Başka bir ulusun espri anlayışını, onların da, kendilerinden başka ya da kendi ulusuna nasıl baktığını görmek isteyebilir. İşte bu güdülenmeyle (sâik), bir kişi, birkaç saatliğine de olsa, başka dilden bir filmi izleyebilir. Böyle bir yapıt, yazın (edebiyat) yapıtı olmasa da, dili îtîbâriyle, bir (ya da birkaç) ulusal kimliğe (milliyete) mensuptur. Ben, ne yazık ki, bizim filmlerimizi izlediğimde, benim arzu ettiğim nicelikte, batılı filmlerin (ya da kültürlerin) malzemesi olan dilsel (lenguistik) özgüveni de göremiyorum, bulamıyorum.
***
İki üç satır yukarıdaki, ulusal kimlikle ilişkiye döndüğümüzde; yalnızca sinemada değil, Türkiye’de bugün sanatla uğraşan, hemen bütün kesimlerin, derin bir kimlik yırtılması, dehşetli bir ulusal benlik çöküşü yaşadığını biliyoruz. Çağcıl, asrî ya da çağdaş olma adına, bu insanlar, yapıtlarını, bu düşünce iklimde ortaya koyuyorlar. Ülkemizde zaten, eğitimsiz çoğunluğu oluşturan kesim, ciddi bir propaganda altında, ulusal kimliğin yerine, dînî kimliği ikame etmeye çalışıyor. Demin sözünü ettiğim kesim ise, yine modern dünyaya âit ulusal kimliğin yerine, pre-modern dünyaya ait birtakım etnik kimlikleri koymaya çalışıyor. Etnik bir kimliği yoksa ise, de facto olan ulusal kimliğini reddetmese bile, bunu kendi uğursuzluğu olarak değerlendirip, başka ulusları övüp, kendi ulusal kimliğini, farkında olarak ya da olmayarak aşağılıyor. Yine, bir takım, meslekî, hobiye dayalı, ya da sözüm ona evrensel değerleri, ulusal kimliğiyle yer değiştiriyor.
***
Yalnızca ulusu ilgilendiren, ulusun kaderini ilgilendiren, bir ulusu, bütün ilkel bir takım benlik programlarının ötesinde, başka ulusların çıkarları karşısında birleştiren reddedilmez gerçekler vardır. Ulusallık (milliyet), büyük bir projedir ve büyük projeler de büyük bir inançla gerçekleştirilir. Biz, bu inancın ve özsaygının paramparça olduğu, kapkaranlık bir tünele girdik ve bu tünelden bir türlü çıkamıyoruz.
Eleştirinin başladığı yere gelirsek, sinema, bir sanat dalı olmasının yanında, elbette toplumsal propaganda araçlarından çok etkili bir tanesidir. Bu sanat icra edilirken, ulusal kimlikle olan sorunlar bir kenara bırakılırsa, garip, etnosentrik, felsefî, ideolojik kaygılar, yerini, gerçekçi (realist) bir estetik çabaya bırakacaktır. Şöyle ki, ulusal kimlikle barışık bir sinema, iyi malın da arayışında, sinemacıyı daha serbestleştirecek, özgürleştirecek ve özgün (orijinal) dili aramak, kurguyu ortaya koymak için onu rahatlatacaktır. Sonuç olarak, Batı’daki gibi, avangart sinemanın da izleyici sayısı artacak, izleyicideki kalite beklentisi yükselecektir. O zaman, umuyorum ki; sıkıcı, zorlayıcı tartışmalardan arınmış; güzelduyu (estetik) yetkinliği yüksek yapıtlar ortaya çıkabilecektir. Sinemamıza, böyle bir zevki tadacağımız bir gelecek ve sizlere, iyiliklerle ve güzelliklerle dolu, rahat ve huzur içinde bir hafta sonu dilerim.
Gönlünüz şen olsun.
Mehmet Aziz Göksel – İstanbul – 01 Şubat 2016 Pazartesi